B Harfi ile Başlayan Deyimler ve Anlamları Sözlüğü
B Harfi ile Başlayan Deyimler ve Anlamları
Baba adam: Ağır başlı, iyi yürekli, olgun, hoşgörülü, yaşlıca adam.
Örnek: “Ne baba adammış meğer, ailesinden değil, komşularından bile kimseyi ihmal etmedi.”
Babası tutmak (veya babaları üstünde olmak): Çok fazla öfkelenmek, kızgınlığı her hâliyle belli olmak.
Örnek: “İş meselesini konuşamadım, çünkü babaları üstündeydi odasına girdiğimde.“
Babana rahmet: “Yaptığın iş, söylediğin söz çok yerinde; Allah senden razı olsun.” anlamında hoşnutluk, memnunluk bildirmek için kullanılır.
Baba ocağı (evi veya yurdu): Dededen, babadan kalma ev; toprak, yurt.
Örnek: “Borçları yüzünden baba evini satmak zorunda kaldı.“
Babasının hayrına (mı?): Hiçbir çıkar gözetmeksizin.
Örnek: “Babasının hayrına mı yaptı sanıyorsun senin işini?“
Bağ bozmak (bağbozumu): 1. Bağda son kalan ürünün toplanması. 2. Bu işlerin yapıldığı mevsim (güz), gün.
Örnek: “Bağbozumu besmele ile başlarsa bereketli olur.“
Bağrına basmak: 1. Kucaklamak, kolları ile sararak göğsüne yaslamak. 2. Birini gözetip kayırmak, koruyup yetiştirmek.
Örnek: “Amcası, yeğenini bağrına basmakta geçikmedi.“
Bağrına taş basmak: Uğradığı zarara, felakate sesini çıkarmadan katlanmak.
Örnek: “Evi yıkılan Hasan bağrına taş basmaktan başka bir yol bulamadı.“
Bağrını delmek: İçine işlemek, pek dokunmak, dertli olmasına yol açmak.
Örnek: “Yurdundan kovulması, şairin bağrını deldi.“
Bağrı yanık: Çok acı çekmiş; dert, sıkıntı, darlık, kahır görmüş; yaslı.
Örnek: “Nice bağrı yanık insanlar yaşamış bu topraklarda.“
Bahse girmek: Görüşünde veya iddiasında haklı çıkacak tarafa bir şey verilmesini kabul eden sözlü anlaşma yapmak.
Örnek: “Erken kalkmak konusunda onunla bahse girdik.“
Bahtı kara: Mutsuz, dertten kurtulamayan, işleri hep ters giden.
Örnek: “Allahım, şu bahtı kara kuluna yardım et de düzlüğe çıksın!“
Baklayı ağzından çıkarmak: Sabrı tükenip o zamana kadar sakladığı şeyleri söylemek.
Örnek: “Yeter artık, çıkar ağzından şu baklayı!“
Bal alacak çiçeği bilmek: Çıkar sağlanacak yeri veya şeyi bulmak, bu konuda nasıl hareket edileceğini bilmek.
Örnek: “Onun bal alacak çiçeği bilmede üstüne yoktur.“
Baldırı çıplak: İşsiz güçsüz, serseri, başı boş, ayak takımından.
Örnek: “Sokaklar baldırı çıplaklardan geçilmiyor.“
Bal dök (de) yala: Bir yerin çok temiz, pırıl pırıl olduğunu anlatmak için kullanılır.
Örnek: “Odayı öyle elden geçirmiş ki bal dök de yala!“
Balgam atmak: Bir iş ya da konu üzerinde kuşku uyandıracak söz söylemek.
Örnek: “Lütfen sus, ortaya bir balgam atıp da insanı huzursuz etme.“
Bal gibi: 1. Çok tatlı. 2. Çok iyi, adamakıllı, pekâlâ.
Örnek: “Bal gibi iş, daha ne duruyorsun?“
Balık etinde: Ne şişman, ne zayıf; biçimli, kilosu yerinde olan.
Balık istifi: Çok sıkışık bir durumda.
Örnek: “Otobüs, balık istifi gibi yerleşmiş insanları zor taşıyordu.“
Balık kavağa çıkınca: Gerçekleşmesi mümkün olmayacak işleri anlatmak için kullanılır.
Örnek: “O kız, o çocukla ancak balık kavağa çıkınca evlenir.“
Balon uçurmak: İlgililerin ne diyeceklerini anlamak veya insanların telâşlanmalarını sağlamak amacıyla aslı olmayan bir haber yaymak.
Örnek: “Askerliğin kısalmasıyla ilgili bir balon uçurdu, buna sonra kendisi de inanmaya başladı.“
Balta olmak: Musallat olmak, asılmak, direnerek bir şey istemek, istediğini yaptırmak için sürekli ısrar etmek.
Örnek: “İnsanın başına balta olan kişileri sevmek mümkün değil.“
Baltayı taşa vurmak: Bilmeyerek karşısındakini kıracak söz söylemek, pot kırmak.
Örnek: “Baltayı taşa vurunca öyle utandı ki sormayın gitsin.“
Bam teline basmak: Bir kimseyi, duyarlılık gösterdiği konuda kızdıracak söz söylemek, öfkelendirecek bir şey yapmak.
Örnek: “Bir insanı delirtmek mi istiyorsun? Onun bam teline basacaksın.“
Bana mısın dememek: Aldırış etmemek, ona hiçbir şey etkili olmamak.
Örnek: “Sırtına o kadar yük vurdular, adam yine de bana mısın demedi.“
Barut fıçısı: Her an karışıklık, kavga ve savaşın çıkacağı yer.
Örnek: “Nereden çıktığı belli olmayan bir ses, meydanı bir anda barut fıçısına döndürdü.“
Barut kesilmek: Çok öfkelenmek, kızmak, sinirlenmek.
Örnek: “Elektriği bağlanmayan adam barut kesilmiş, etrafa bağırıp duruyordu.“
Basıp gitmek: Aklına koyduğu şeyi yapmak amacıyla, o an bulunduğu yerden kimseye danışmadan ayrılmak.
Örnek: “Öyle her aklına estiğinde basıp gidemezsin buradan.“
Basireti bağlanmak: Gerçeği göremez, iyi düşünüp kavrayamaz bir duruma düşmek.
Örnek: “Öylece kalakaldım, ne yapacağımı bilemiyorum, basiretim bağlandı âdeta.“
Baskın çıkmak: Üstünlüğünü göstermek, karşısındakini geçmek.
Örnek: “Koşuda değil, ancak güreşte baskın çıkarım ona.“
Bastığı yeri bilmemek: 1. Çok fazla sevinmek. 2. Dengesiz hareketlerde bulunmak, durumunu kontrol edememek, şaşkınlıktan nerede olduğunu bilememek.
Örnek: “Eşinin ölümünden sonra bastığı yeri bilmez bir adam oldu.“
Baston (kazık) yutmuş gibi: Dimdik duran, yürüyen kimsenin durumu.
Örnek: “Baston yutmuş gibi ortalıkta dolaşıp da asabımı bozma!“
Başa baş (gelmek): Birbirine denk, eşit olmak; birlikte olmak.
Örnek: “Takımlar başa baş bir mücadele verdiler.“
Başa çıkarmak: 1. Bir işi bitirmek, sona erdirmek, başarmak. 2. Bir kişiye aşırı ölçüde ilgi gösterip çok şımartmak.
Örnek: “Ona biraz daha yüz verirsen başına çıkacak, söylediğini yapmayacak.“
Başa çıkmak: Gücünün üstünlüğünü kanıtlamak, bir şeye gücü yetmek.
Örnek: “Onunla başa çıkabilirim, merak etme sen.“
Başa geçmek: 1. En üstün yeri almak. 2. Herhangi bir konu önemce ilk sırayı almak.
Örnek: “Ülkede ekonomik yolsuzluklar başa geçti.“
Başa gelmek: Kötü bir duruma uğramak.
Örnek: “Kim demiş başa gelen çekilir diye?“
Başa güreşmek: 1. Yağlı güreşte başpehlivanlık için güreşmek. 2. En üstün sonucu almak için mücadele etmek, yarışmada birinciliği almak için uğraşmak.
Örnek: “Takımımız öteden beri başa güreşir.“
Baş ağrısı: Varlığı tedirginlik verici şey, rahatsız edici kimse.
Örnek: “Sen ne baş ağrısı bir adammışsın meğer!“
Baş ağrıtmak: Yerli yersiz konuşarak, gereksiz sözler söyleyerek, çok konuşarak birisini rahatsız etmek.
Örnek: “Baş ağrıtmakta üstüne yoktur senin.“
Başa (başına) kakmak: Yapılan iyiliği yüzüne vurarak birisini üzmek, incitmek.
Örnek: “Üç kuruş verdi, üç gün geçmeden başına kaktı.“
Baş alamamak: Çok uğraştıran bir konudan kurtulup da vakit ve fırsat bulamamak.
Örnek: “Şu çocuklarla uğraşmaktan baş alamıyorum ki sana geleyim.“
Baş aşağı gitmek: Sürekli kötüleşmek, zarar görmek.
Örnek: “Baş aşağı giden işlerinin önünü alamadı bir türlü.“
Baş başa kalmak: Biriyle yalnız kalmak, iki kişi bir arada yalnız kalmak.
Örnek: “Misafirler gittikten sonra baş başa kaldılar.“
Baş başa (kafa kafaya) vermek: Birbirinin düşüncesinden yararlanmak üzere birkaç kişi toplanıp bir konuyu görüşmek, bir konuda dertleşmek.
Örnek: “Bu sorunu ancak baş başa vermekle çözebiliriz.“
Baş belâsı: Sürekli rahatsız eden, yük olan, bir kimseye musallat olup sıkıntı veren ve uzaklaştırılamayan kişi ya da şey.
Örnek: “Şu baş belâsı adamı uzaklaştırırsanız sevindirirsiniz beni.“
Baş çekmek: Ön ayak olmak, öncülük etmek.
Örnek: “Hayatı boyunca baş çeken bir adam olarak yaşadı.“
Baş edememek: Gücü yetmemek, başarı kazanamamak, bir işi başarmakta zorluk çekmek.
Örnek: “Şu uysal insanlarla baş edemezsen kiminle edeceksin!“
Baş eğmek: Direnmekte vazgeçip güçlünün buyruğuna girmek, teslim olmak.
Örnek: “Türk milletine baş eğdiremezsin.“
Baş göstermek: Ortaya çıkmak, belirmek, vuku bulmak.
Örnek: “Milletimiz baş gösteren bu yeni fikri kısa zamanda benimseyecektir.“
Baş göz etmek: Evlendirmek.
Örnek: “Şu kızı da bir baş göz edersem gözüm arkada kalmayacak.“
Başı ağrımak: Bir işten dolayı sorumlu duruma düşmek, kaygu çekmek.
Örnek: “Sana güveniyorum, başımı ağrıtmayacağına eminim, haydi güle güle git.“
Başı altından çıkmak: Kötü bir şey, kötü bir durum, birinin gizli düzeni ve tertibiyle meydana gelmek.
Örnek: “Böyle şeyler bilirim ki senin başının altından çıkar, şimdi bana doğruyu söyle, kim kırdı vazoyu.“
Başı bağlı olmak: 1. Evli ya da nişanlı olmak. 2. Serbest, özgür olmayan, bir yere bağımlı olan.
Örnek: “Nihayet oğlanın da başını bağladık.“
Başı boş bırakmak: Bir kimsenin üzerindeki denetimi ve gözetimi kaldırmak, kendi bildiğine bırakmak.
Örnek: “Çocuk dediğin başı boş bırakılmaya gelmez.“
Başı darda kalmak (başı dara düşmek): Çok sıkıntılı, çaresiz bir durumda olmak; parasızlıktan dolayı güç bir durumda kalmak.
Örnek: “Başı darda kalan insanlara yardım etmek insanlık borcudur.“
Başı derde girmek: Can sıkıcı, üzücü, istemediği bir duruma düşmek.
Örnek: “Şu kendini bilmez adamla başım derde girsin istemiyorum.“
Başı dik gezmek: Utanılacak bir durumu olmadan, onurlu şekilde toplumda yer almak.
Örnek: “Başı dik gezen insanları sevmemek elde değil.“
Başı dönmek: 1. Bir şey karşısında şaşırmak. 2. Sıkıntı meydana getiren bir durum karşısında bunalmak. 3. Dengesini yitirmek, gözleri kararmak; çevresi kararıyor, dönüyor, kayıyor duygusu içinde sarsılmak.
Örnek: “Çabuk durdur arabayı, başım dönmeye başladı.“
Başı göğe ermek: Beklenmeyen, umulmayan bir mutluluğa, sevince ulaşmak.
Örnek: “Üç kuruş zam yapıldı diye maaşına, başı göğe erdi sanıyor; bilmiyor ki enflasyon bir ay sonra alacak o zammı elinden.“
Başı kalabalık (olmak): Bir iş dolayısıyla yanında çok fazla kişi olmak.
Örnek: “Kusura bakma, başım kalabalıktı bugün, seni arayamadım.“
Başına belâyı satın almak: Sıkıntı, üzüntü ve tedirginlik verici olduğunu sonradan anladığı bir işe kendi isteği ile girmiş bulunmak.
Örnek: “Nereden girdim bu inşaat işine, durup dururken başıma belâyı satın aldım.“
Başına bir hâl gelmek: Büyük, içinden çıkılması zor güçlüklerle karşılaşmak; kötü duruma düşmek.
Örnek: “Gece gitme, başına bir hâl gelir diye korkuyorum.“
Başına buyruk: Dilediğini izin almaksızın yapan, istediği gibi davranan.
Örnek: “Sizin çocuk da amma başına buyruk bir çocuk olmuş.“
Başına çalmak: Bir şeyi sert, öfkeli ve kızgın bir davranış içinde vermek.
Örnek: “Al da başına çal bu sapı kırık küreği.“
Başına çorap örmek: Bir kimseye, haberi olmadan, kötü duruma sokucu davranışta bulunmak, alt etmek için gizlice plân kurmak.
Örnek: “Onun başına bir çorap örecekler diye korkuyorum.“
Başına çökmek: 1. İştahla sofraya oturmak. 2. Bir işi çabuk bitirmek üzere oturup ele almak. 3. Birini altına alıp dövmek.
Örnek: “Birkaç kişi utanmadan zavallı adamın başına çöktüler.“
Başına devlet kuşu konmak: Ummadığı, beklemediği bir nimete ya da varlığa kavuşmak.
Örnek: “Nasıl aldı bu köşkü? Başına devlet kuşu mu kondu dersin?“
Başına dolamak: İçinden çıkılması zor bir işi birine musallat etmek.
Örnek: “Bu işi benim başıma dolayanlar, dilerim hiçbir zaman onmazlar!“
Başına iş açmak: Uğraştırıcı ve üzücü bir işin çıkmasına yol açmak.
Örnek: “Bırak o bıçağı elinden, hiç yoktan başına iş açacaksın.“
Başında kavak yeli esmek: 1. Sorumluluk duygusundan uzak, zevk ve eğlence peşinde koşmak (genç için). 2. Gerçekleşmeyecek şeyler düşünerek vakit geçirmek.
Örnek: “Bu çocuk da büyümedi bir türlü, hâlâ başında kavak yelleri esiyor.“
Başından atmak: 1. Gereksiz görülen bir bağlılığa, bir ilişkiye son vermemek; bir istekte bulunan kişiyi yanından uzaklaştırmak. 2. Yapılması zor bir işi yapmaktan kendini kurtarmak ya da o işi bir başkasına yüklemek.
Örnek: “Kısa zamanda o işi başından atmasını becerdi.“
Başından aşağı kaynar sular dökülmek: Çok kötü, üzücü, sıkıntı verici ya da utandırıcı bir olay karşısında vücudunu ter basmak, ürpermek.
Örnek: “Babasını karşısında görünce başından aşağı kaynar sular döküldü.“
Başından büyük işlere girişmek (veya kalkışmak): Gücünün üstünde olan işleri yapmaya kalkışmak.
Örnek: “Çekil lütfen, başından büyük işlere kalkışıp da kendini rezil etme bari.“
Başından korkmak: Hayatından kaygı duymak, cezalandırılmaktan korkmak.
Örnek: “Düşman topraklarına girince başından korkmaya başladı.“
Başını ağrıtmak: 1. Gereksiz sözlerle birini bunaltmak. 2. Bir iş için birini uğraştırmak, sıkmak.
Örnek: “Yeter artık, bu iş için başımı ağrıtıp durma.“
Başını alıp gitmek: Nereye gideceğini bildirmeden, izin almadan gitmek.
Örnek: “İçine düştüğü sıkıntıdan kurtulamayan adam başını alıp gitti.“
Başını bağlamak: Evlendirmek.
Örnek: “Askerliği biten Ali`nin başını bağlamayı düşünen annesi kolları hemen sıvadı.“
Başını belâya sokmak: Bir kimseyi, zarar göreceği, kötü sonuçlarla karşılaşacağı bir işe sokmak.
Örnek: “Oğlanın da başını belâya sokacaklar diye ödüm kopuyor.“
Başını bir yere bağlamak: Bir işe yerleştirmek, işsizlikten kurtarmak.
Örnek: “Çok geçmeden oğlunun da başını bir yere bağlamayı becerdi.“
Başını boş bırakmak: Denetimsiz, yalnız ve serbest bırakmak.
Örnek: “Bu çocuğun başını boş bırakma, yoksa başı belâya girecek.“
Başını derde sokmak: Sıkıcı, yorucu, üzücü bir işe girmek veya getirilmek.
Örnek: “Tanımadığı adamlarla işe girişince başını derde soktu.“
Başını dinlemek: Sessiz, sakin bir ortama çekilmek; kalabalıktan ve gürültüden uzaklaşmak.
Örnek: “Emekli olur olmaz başımı dinleyecek bir köşe arayacağım“
Başını ezmek: Birini hareket edemez, kötülük yapamaz ya da başını kaldırıp bir işi göremez duruma getirmek.
Örnek: “Zalimlerin başını ezecek adamlara bugün ne kadar ihtiyaç var!“
Başını kaşımaya (kaşıyacak) vakti olmamak: Çok meşgul olmak, başka bir işi yapmaya hiç vakti olmamak.
Örnek: “Bana yükleme o işi, çünkü başımı kaşıyacak vaktim yok.“
Başının çaresine bakmak: Kimsenin yardımı olmadan kendi işini kendi yapmak, kendini zor durumdan kurtarmak.
Örnek: “Benden sana fayda yok, başının çaresine baksan iyi olacak.“
Başının derdine düşmek: Başka bir şeyle ilgilenemeyecek kadar sıkıntılı, üzücü ve tehlikeli bir duruma çare bulmaya çalışmak.
Örnek: “Adamın bize aldıracağı yok, baksana başının derdine düşmüş.“
Başının etini yemek: Sürekli olarak, bıktırıncaya kadar, ısrarla birinden bir şey istemek; bu sebeple onu rahatsız edip üzmek.
Örnek: “Tamam kızım, alacağız o oyuncağı, yeter başımın etini yediğin!“
Başını taştan taşa vurmak: Fırsatı kaçırdığı için çok pişman olmak, çaresiz kalarak kahırlanmak.
Örnek: “Zamanında eve gidip hasta çocuğu doktora götürmediği için başını taştan taşa vuruyordu.”
Başını vermek: Bir ideal uğrunda kendini feda etmek, canını vermek.
Örnek: “Yiğitler başını vermesiydi bu ülke düşmanlardan kurtulur muydu?“
Başını yemek: Bir kimsenin büyük zarar görmesine ya da ölmesine yol açmak.
Örnek: “Ruhsuz herifler adamın başını yemek için yarışa giriştiler.“
Başı sıkışmak (sıkılmak): Herhangi bir güçlük karşısında kalmak, bunalmak.
Örnek: “Onun görevi, başı sıkışan insanlara yardım etmektir.“
Başı tutmak: 1. Önde olmak. 2. Gürültüden, üzüntüden ve çok konuşmadan başı ağrımak.
Örnek: “Kesin artık şu dedikoduyu, yoksa başım tutacak!“
Baş koymak: Bir şey uğruna ölümü göze almak.
Örnek: “Çekil önümden ben bu yola baş koydum.“
Baş köşe: Saygı duyulan, önder sayılan büyüklerin oturması için ayrılan yer.
Örnek: “Baş köşeye oturmak onun her zaman hakkıdır.“
Baş sallamak: 1. Anlasa da anlamasa da karşısındakinin her sözünü uygun bulur görünmek.
Örnek: “Her şeye baş sallayan insanlardan hiç hoşlanmam.“
Baş tacı etmek: Değer vermek, çok üstün tutmak, çok sevmek.
Örnek: “Babalarını baş tacı ettiler, toz kondurmuyorlar adama.“
Baştan aşağı: Tamamıyla, hepsi, bütünüyle.
Örnek: “Evi baştan aşağı boyadılar.“
Baştan kara gitmek: Sonunu düşünmeyerek, hatta sonucun kötü olduğunu bildiği hâlde hesapsız, batarcasına bir yol tutmak; felâkete doğru gitmek.
Örnek: “Bu baştan kara gittiğin hayata artık bir son vermelisin.“
Baştan savma: Üstün körü, özen gösterilmeden, gelişi güzel.
Örnek: “Yaptığın işin tamamen baştan savma olduğu ne kadar açık.“
Baş üstünde yeri var: “Sevgi, ilgi ve saygı ile karşılanıp ağırlanır.” anlamında kullanılır.
Örnek: “Durmasın gelsin, baş üstünde yeri var.“
Baş vermek: 1. İnandığı bir şey uğrunda ölmek, canını vermek. 2. Belirmek, kimi bitkilerin başak tutmaya başlaması.
Örnek: “Ektiğimiz buğdaylar baş vermeye başladı.“
Baş vurmak: 1. Müracaat etmek, bir işin yapılmasını bir kimse veya kuruluştan istemek. 2. Bilgi edinmek üzere bir kaynağa bakmak, bir kimseye danışmak.
Örnek: “Vakit geçirmeden ansiklopediye bakalım da öğrenelim.“
Baş yemek: 1. Sofrada en önemli yemek. 2. Birinin ölümüne sebep olmak. 3. Birinin herhangi bir işte güç durumda kalmasına yol açmak.
Örnek: “Adamın başını sebepsiz yere yediler, şimdi çoluk çocuk aç kalacak.“
Battı balık yan gider:
Örnek: “İşlerin kötü gittiğine, düzelmeyeceğine, bu konuda da umut kalmadığına göre artık istenildiği gibi davranılabilir, ne olursa olsun.” anlamında kullanılır.
Örnek: “Aldırma, üzülme artık, battı balık yan gider.“
Bayrak açmak: 1. Bir dava yolunda toplanmaya çağırmak. 2. Gönüllü asker toplamaya girişmek.
Örnek: “Düşmana karşı yurdun dört bir yanında bayrak açan yurtseverler sonunda amaçlarına ulaştılar.“
Bayram etmek: Çok sevinmek.
Örnek: “Oyuncakları görünce çocuklar bayram etti.“
Belâ aramak: Kavga çıkararak, önüne gelene çatarak ya da başka sebeplerle kendisi için tehlikeli bir durum oluşmasına yol açmak.
Örnek: “Bırak sövmeyi, belâ mı arıyorsun başına?“
Belâsını bulmak: Kendi yol açtığı tehlikeli bir durumun içine düşmek, hak ettiği cezayı görmek.
Örnek: “Adam nihayet belâsını buldu.“
Belâyı satın almak: Kendi davranışları yüzünden tehlikeyi üstüne çekmek.
Örnek: “Köylülerle biraz daha uğraşırsak belâyı satın alacağız, haydi gidelim buradan.“
Bel bağlamak: Güvenmek, birisinin kendisine yardım edeceğine inanmak, inanıp arkasından gitmek.
Örnek: “İnsanoğluna bel bağlanılmaz.“
Beli bükülmek: 1. Yaşlılık yüzünden güçsüz kalmak, bir iş yapamaz duruma gelmek. 2. Üzüntü ve kederden ruhsal bir çöküntüye düşmek.
Örnek: “İflas eden şu genç adamın bir yılda beli büküldü.“
Belini doğrultmak: Kötüye giden durumunu yeniden düzeltmek, güçlenmek, kaybettiği itibarını ve ekonomik gücünü yeniden kazanmak.
Örnek: “Adam kısa zamanda belini doğrulttu.“
Belini kırmak: 1. Birini bir şey yapamaz duruma getirmek. 2. Bir işin en güç tarafını yapmak.
Örnek: “Tarlanın ortasından şu tümseği de kaldırdık mı işin belini kırmış sayılırız, artık gerisi kolay olacaktır.“
Bel vermek: (Dik şeylerin) dışarıya doğru, (yatay şeylerin de) aşağıya doğru kamburlaşmak.
Örnek: “Yeni ördüğümüz duvar bel verdi.“
Ben hancı, sen yolcu (oldukça): “Özel ilişkilerimiz sürüp gittikçe senin bana işin düşer.” ya da “Nasıl olsa yine karşılaşacağız.” anlamında kullanılır.
Örnek: “Demek şu küçük paketi götürmüyorsun, öyle olsun, ben hancı sen yolcu, bugünün yarını da vardır.“
Benlik dâvası: Önde görünmek, her şeyde söz sahibi olmak, her şeyi kendi düşüncesine uydurmak, hep dediğini yaptırmak çabası ve tutkusu.
Örnek: “Benlik dâvası güden insanlar bir yere varamazlar.“
Benzi atmak: Bir sebepten ötürü ansızın yüzünün rengi sararmak, solmak.
Örnek: “Askerleri karşısında görünce benzi attı.“
Bereket versin: 1. “Allah size bol kazanç versin” anlamında iyi dilek sözü. 2. Çok şükür ki iyi ki (hoşnutluk anlatır).
Örnek: “Bereket versin ki ona bir şey olmamış.“
Beş aşağı beş yukarı: Çok az fark olarak, kararlaştırılmak istenen sayıdan, ölçüden bir miktar az veya çok olarak.
Örnek: “Beş aşağı beş yukarı bir kg. çeker bu tavuk.“
Bet (i) bereket (i) kalmamak: Bolluğun, verimliliğin kalmaması, sona ermesi.
Örnek: “Yanımıza geldiği günden beri evin beti bereketi kalmadı.“
Betine gitmek: Ayıp saymak, kötü karşılamak, kendisine yedirememek.
Örnek: “Senin yaptığın iş adamın çok betine gitti.“
Beyin yıkamak: Bir insanı, kendine özgü düşünce ve dünya görüşüne yabancılaştırmak, başka yönlerde düşünür ve davranır duruma getirmek.
Örnek: “Batılılar ülke insanımızın beynini yıkamaya devam ediyorlar.“
Beylik söz: Etkisi kalmamış, herkesin kullana geldiği söz.
Örnek: “Bırak artık şu beylik sözleri, kimseyi etkileyemiyorsun.“
Beyni bulanmak: 1. Sersemlemek, sağlıklı düşünemez olmak. 2. Kötü bir şey olacağını sezinleyip huzuru kaçmak.
Örnek: “Adamların suratlarını hiç beğenmedim, beynim bulandı, haydi gidelim buradan.“
Beyninden vurulmuşa dönmek: Umulmadık, beklenmedik bir olay karşısında şaşkınlığa düşmek, düşünce yeteneğini yitirir gibi olmak.
Örnek: “Adamı karşısında görünce beyninden vurulmuşa döndü.“
Beynine girmek: 1. Akla uygun gelmek. 2. Bir kimseyi türlü yollara baş vurarak bir şey yapmaya inandırmak, kandırmak. 3. Ezberlemek, aklında tutmak.
Örnek: “Ne kadar okursam okuyayım beynime girmiyor.“
Bıçak kemiğe dayanmak: Çekilen sıkıntı artık katlanamayacak bir hâl almak.
Örnek: “Bıçak kemiğe dayandı, artık bu yerde duramam.“
Bıyığı terlemek: Bıyığı yeni yeni çıkmaya başlamak.
Örnek: “Bıyığı terlemiş gençlerin eline bakamam gayri.“
Bıyık altından gülmek: Birinin içine düştüğü duruma belli etmeden gülmek, sevindiğini belli etmeyerek onunla eğlenmek, içinden onunla alay etmek.
Örnek: “Ayşe`nin kırdığı pot karşısında bıyık altından gülmeye başladı.“
Bildiğini okumak: Kim ne derse desin, istediği gibi davranmak.
Örnek: “Bildiğini okumaya devam edersen, sonunda zarar görmen muhakkak olacak.“
Bile bile lâdes: Bile bile aldınmış görünme, öyle gerektiği için kötü bir durumu kabullenme.
Örnek: “Ağaçları kesmesine bile bile lâdes dedim.“
Bin dereden su getirmek: Birini kandırmak için dil dökmek, birçok sebep ileri sürmek, aldatıcı sözler sarf etmek.
Örnek: “O evi almamam için bin dereden su getirdiler.“
Bindiği dalı kesmek: Kendisi için gerekli ve yararlı olan şeyi kendi eliyle yok etmek.
Örnek: “Geçimini sağladığın o tarlayı sakın satma, yoksa bindiğin dalı kesmiş olursun.“
Bir atımlık barutu olmak (veya kalmak): 1. Bir konuda yapacağı çok az şeyi olmak. 2. Dayanacak pek az gücü kalmak.
Örnek: “Bir atımlık barutu kalmış, hâlâ ben yaparım o işi diyor.“
Bir ayağı çukurda olmak: Çok yaşlanmış olmak, yaşayacak çok az zamanı kalmış olmak.
Örnek: “Dedemin bir ayağı çukurda, onu üzmeyin artık.“
Bir ayak önce (evvel): Çok çabuk, bir an önce, ivedi olarak.
Örnek: “Bu iş, bir ayak önce yapılacak bir iştir.“
Bir baltaya sap olmak: Belirli bir sanat ya da iş sahibi olmak.
Örnek: “Şu yaşa geldin ama bir baltaya sap olamadın gitti.“
Bir bardak suda fırtına koparmak: Çok basit, küçük, önemsiz bir şeyi büyütüp içinden zor çıkılır bir olay hâline getirmek.
Örnek: “Bir bardak suda fırtına koparmayı bırak artık, mendilini yaktıysa evi de yakmadı ya!“
Birbirine düşmek: Aralarında anlaşmazlık çıkıp birbirlerine kötü bakmaya başlamak.
Örnek: “Çocukların kavgası yüzünden birbirlerine düştüler.“
Birbirine girmek: 1. Aralarında çıkan anlaşmazlık kavgaya dönüşmek, çarpışmak, saldırmak. 2. Bir kaza sonucu araçların birbirine çarpması.
Örnek: “Su yüzünden sokak sakinleri birbirine girdi.“
Bir çuval inciri berbat etmek: İyi olan, yolunda giden bir durumu yanlış davranışlarla bozmak, olumsuz bir gidişe sokmak.
Örnek: “Eline çekici alır almaz çiviye vurdu, çivi tahtayı yarıp geçti, bir çuval inciri berbat ettiğini o zaman anladı.“
Bir dalda durmamak: Sık sık düşünce, iş ya da tutum değiştirmek.
Örnek: “Bir dalda dursaydı başına bu iş gelmeyecekti.“
Bir damla: 1. Çok az, pek az (sıvı şeyler için söylenir). 2. Çok küçük (çocuklar için söylenir).
Örnek: “Bir damla su kaldı, ne yapacağız su gelmezse.“
Bir dediği iki olmamak: Her istediği hemen yapılmak, yerine getirilmek.
Örnek: “O, bir dediği iki olsun istemiyordu.“
Bir deri bir kemik kalmak: Çok zayıflamak, kilo kaybına uğramak.
Örnek: “Zavallı çocuk, bu illete yakalanalı beri bir deri bir kemik kaldı.“
Bir dikili ağacı olmamak: Malı, mülkü veya evi olmamak.
Örnek: “Şu dünyada bir dikili ağacımız olmayacak bu gidişle.“
Bire bin katmak: Olduğundan çok göstermek, abartmak.
Örnek: “Bire bin katarak anlatmaya bayılır.“
Bire bir gelmek: Etkisini hemen ve kesin olarak göstermek.
Örnek: “Verdiğin ilaç diş ağrıma bire bir geldi.“
Bir eli yağda, bir eli balda (olmak): Bolluk, varlık, rahat ve huzur içinde olmak.
Örnek: “Bir eli yağda, bir eli balda, daha ne istiyor ki?“
Bir elle verdiğini öbür elle almak: Bir kimseye yaptığı iyiliği, yararı, başka bir yola baş vurarak sağladığı çıkarla ödetmek.
Örnek: “Bir eliyle verip öbür eliyle aldığını çok zaman sonra anladım.“
Bir gömlek aşağı: Bir derece daha düşük.
Örnek: “Sizin ürettiğiniz fındık, bizimkinden bir gömlek daha aşağıdadır.“
Bir hâl olmak: 1. Bir şeyi çok yapa yapa usanmak, yorulmak, fenalık gelmek, bezmek. 2. Daha önce görülmeyen davranışlar içinde olmak, huyu değişmek. 3. Kazaya uğramış olmak.
Örnek: “Gecikti, başına bir hâl mi geldi acaba?“
Bir hoşluğu olmak: Rahatsız, neşesiz olmak.
Örnek: “O şiddetli kazayı görünce bir hoş oldum.“
Bir kalemde: Birden ve toptan, bir işlem ile.
Örnek: “Bir kalemde öde de kapat şu hesabı.“
Bir kapıya çıkmak: Aynı sonuca varmak, aynı neticeyi vermek.
Örnek: “Ha sen söylemişsin ha ben, bir kapıya çıkmaz mı?“
Bir kaşık suda boğmak: Bir kişiye çok fazla kızmak, elinden gelse öldürecek ölçüde sinirlenmek.
Örnek: “Şu yalancı herifi her söz söyleyişinde bir kaşık suda boğasım geliyor!“
Bir kıyamettir gitmek (kopmak): Çok fazla gürültü, patırtı, telâş olmak.
Örnek: “Alevler bacayı sarınca bir kıyamettir koptu sokakta.“
Bir Köroğlu bir Ayvaz: Bir karı kocanın çocuğunun olmaması yahut yakınlarının yanlarında bulunmaması.
Örnek: “Bir Köroğlu bir Ayvaz olmasak bu maaşın bize yeteceği yok.“
Bir kulağından girip öbür kulağından çıkmak: Söylenen söze önem vermemek, kulak asmamak, umursamamak.
Örnek: “Söylediğim söz bir kulağından girip öbür kulağından çıkarsa anlamazsın elbet!“
Bir pula satmak: Bir kimseyi bir çıkar uğruna harcamak.
Örnek: “Parayı görünce adam bizi bir pula satıverdi.“
Bir sözünü iki etmemek: Birinin her istediğini hemen yerine getirmek.
Örnek: “Ah benim tatlı çocuğum, bir sözümü iki etmez, hemen yapıverir.“
Bir şeye benzememek: İşe yarar durumda olmamak, istenilen biçimde bulunmamak.
Örnek: “Bu kadar emekten sonra bari bir şeye benzemiş olsaydı şu kapı.“
Bir taşla iki kuş vurmak: Bir davranışla iki veya birden çok yararlı sonuç elde etmek, bir girişimle iki iş yapmak.
Örnek: “Anladım amacını, bir taşla iki kuş vurmak.“
Bir tutmak: Eşit görmek, eşit saymak, farklı muamelede bulunmamak.
Örnek: “Öğretmen, sınıftaki öğrencilerin hepsini bir tutmalıdır.“
Bir yastığa baş koymak: Evli bulunmak, acı ve tatlı günlerde birbirini desteklemiş olmak.
Örnek: “Biz kırk yıl bir yastığa baş koyduk, nasıl unuturum onu?“
Bir yastıkta kocamak: Karı ve koca birlikte uzun bir ömür sürmek.
Örnek: “Bir yastıkta kocarsınız inşallah.“
Bir yaşına daha girmek: Şaşılacak bir durumla, yeni bir şeyle karşılaşmak.
Örnek: “Aman yarabbi, onu o kılıkta görünce bir yaşıma daha girdim.“
Bit yeniği: Kuşkulu bir nokta, işin gizli kalmış, kötü ve aksak yönü.
Örnek: “Bir bit yeniği var gibime geliyor bu işte, haydi hayırlısı.“
Boğaz boğaza gelmek: Zorlu bir kavgaya tutuşmak, ya da kavga edecek hâle gelmek.
Örnek: “Senin o dilin yüzünden adamla boğaz boğaza geldik.“
Boğaz derdi: 1. Yemek pişirme, hazırlama sıkıntıları. 2. Geçim için uğraşma, kazanç sağlama kaygısı.
Örnek: “Boğaz derdi, bence dertlerin en büyüğüdür.“
Boğaz kavgası: Yaşamak için, geçinebilmek için yapılan didinme, uğraş.
Örnek: “Hemen bütün insanlar boğaz kavgasının içinde kaybolmuş durumdalar.“
Boğazı kurumak: Çok susamak, çok konuşmaktan ve bağırmaktan ötürü sesi çıkmaz olmak.
Örnek: “Boğazım kurudu, bir şeyler içelim de öyle gidelim.“
Boğazına dizilmek: Bir üzüntüden dolayı iştahı kesilmek, isteksiz ve zorla yemek.
Örnek: “Annemin o hasta hâli gözümün önüne geldikçe lokmalar boğazıma diziliyor.“
Boğuntuya getirmek: Birini bunaltıp şaşırtma yolu ile kendisinden bir iş veya mal karşılığı olarak çok miktarda para çekmek.
Bohçasını koltuğuna vermek: İşine son vermek, kovmak, başından defetmek.
Örnek: “Hiç sebepsiz yere bohçasını koltuğuna verip fabrikadan uzaklaştırdılar onu.“
Bol keseden: Ölçüsüz, çok fazla, bol bol.
Örnek: “Bol keseden atıp tutmaya bayılır bizim çocuk.“
Borç harç: Borç alarak ya da benzer yollara başvurarak (bir şeyi sağlamak).
Örnek: “Borç harç nihayet yaptırdık evin çatısını.
Borusunu çalmak: Çıkar sağladığı kimsenin davasını gütmek.
Örnek: “O, yıllardan beri Tophane kabadayılarının borusunu çalar.“
Borusu ötmek: Sözü geçer olmak, dinlenilir olmak.
Örnek: “Bizim sokakta Hasan amcanın borusu öter.“
Bostan korkuluğu: 1. Kuşları ve diğer yabani hayvanları ürkütmek için tarlalara dikilen kukla, insan benzeri nesne. 2. Kendisinden beklenileni yapmayan, ya da kendisinden çekinilmeyen, göstermelik kimse.
Örnek: “Müdür tam bir bostan korkuluğu, memurlar ne iş yapıyor ne güç.“
Boşa çıkmak: Umulan gerçekleşmemek, sonuç vermemek, elde edilememek.
Örnek: “Bütün emeklerimiz boşa çıktı desenize.“
Boş atıp dolu tutmak: Umutsuz olarak girişilen bir iş, iyi sonuç vermek; doğruluğuna inanmadan söylediği söz gerçek çıkmak.
Örnek: “Hayatımızın boş atıp dolu tutmak diye bir ilkesi olamaz.“
Boş bulunmak: 1. Dalgın ve dikkatsiz bulunmak. 2. Söylenmemesi gereken, sakıncalı bir sözü, işin sonunu düşünmeden söyleyivermek.
Örnek: “Boş bulunup da sakın söz verme, biliyorsun onlara gitmemiz mümkün değil.“
Boş gezenin boş kalfası: İşsiz güçsüz, aylak, boş gezip dolaşan kimse.
Örnek: “Adam boş gezenin boş kalfası, bir de işsizlikten yakınıyor.“
Boş vermek: Önem vermemek, aldırmamak, ilgisiz davranmak.
Örnek: “Boş ver, bu hayat böyle gelmiş, böyle gider.“
Boy atmak: Boyu uzamak, gelişmek, boylanmak.
Örnek: “Çok çabuk boy attı sizin çocuk; maşallah, delikanlı gibi olmuş.“
Boy göstermek: 1. Görünmek, belirmek. 2. Gösteriş yapmak.
Örnek: “Onun gelip gitmesinin ardından olaylar boy gösterdi.“
Boy ölçüşmek: Yarışmak, değer yarışına girmek.
Örnek: “Benimle boy ölçüşecek adam daha anasından doğmadı.“
Boynu bükük: Yardım bekleyen; acınacak, kimsesiz, güçsüz, öksüz durumda olan.
Örnek: “Nerede bir boynu bükük görsem içim yanar.“
Boynu eğri: Herhangi bir nedenle, kendisini bir kimsenin dediklerini yapmaya borçlu sayan.
Örnek: “O adamdan borç para aldığı için boynu eğri, bu yüzden yaptığı kötülüklere ses çıkaramıyor.“
Boynu kıldan ince olmak: Adaletli yargı karşısında verilecek her cezaya razı olmak.
Örnek: “Gerçek adaletin karşısında boynum kıldan incedir.“
Boynunun borcu: Yapılması gerekli olan ödev.
Örnek: “Seni sevindirmek boynumun borcu oldu artık.“
Boynunu vurmak: Başını keserek öldürmek.
Örnek: “Boynunun vurulmasına ramak kala hakkındaki hükmün kaldırıldığını öğrendi ve yer gök onun oldu sanki“
Boyunduruk altına girmek: Başkasının egemenliği altına girmek, tutsak olmak, emir ve baskı altında yaşamak.
Örnek: “Türk milleti için boyunduruk altına girmek, ölüm demektir.“
Boyunun ölçüsünü almak: 1. İddia üzerine giriştiği bir işi başaramayıp yetersizliğini anlamak. 2. Biri tarafından haddi bildirilmek. 3. Beklediği yakınlığı görememek.
Örnek: “Boynunun ölçüsünü aldı, böyle bir işe bir daha giremez.“
Bozuk çalmak: Bir şey yüzünden canı sıkılmış, yüzü asılmış olmak, sinirli davranışlarda bulunmak.
Örnek: “Biraz hasta oldu diye sağa sola bozuk çalıp duruyor.“
Bozuk düzen: 1. Düzensiz, düzeni bozuk olan. 2. Toplumun yönetiminde uygulanan yanlış kurallar dizgesi.
Örnek: “Bu bozuk düzenden hangi görüş ve anlayış biçimi kurtaracak milleti, onu öğrenmeye çalışıyorum.“
Bozum etmek: Bir kimseyi beklemediği bir davranış karşısında bırakarak utandırmak, mahcup etmek.
Örnek: “Adamı bozum etmeye bayılır bu ihtiyar, ona karşı dikkatli ol.“
Bozum olmak: Bir sözü ya da davranışı iyi karşılanmadığı için utanmak, utanacak duruma düşmek.
Örnek: “Onun düşüncesinin hiç de doğru olmadığını söylediğim zaman amma da bozum oldu kadın.“
Bozuntuya vermemek: Hataya düştüğünü anladığında veya hoşlanmadığı bir durumla karşılaştığında farketmemiş gibi davranmak, oralı olmamak.
Örnek: “Hiç bozuntuya vermeden misafirlere hoş geldin demeye devam etti.“
Bulanık suda balık avlamak: Karışık durumlardan yararlanarak kendi çıkarını sağlamak.
Örnek: “Bulanık suda balık avlamayı kural hâline getirmiş.“
Buldukça bunamak: Bulduğundan daha çoğunu isteyip şükretmemek, daha iyisini istemek.
Örnek: “Buldukça bunuyorsun, milletin aç sefil gezdiğini görmez misin sen?“
Buluttan nem kapmak: Çok alıngan olmak, en küçük şeylerden bile alınmak.
Örnek: “Seninle konuşmak imkânsız, buluttan nem kapıyorsun çünkü.“
Bunda bir iş var: “Bir olayın şimdilik bilinmeyen bir yönünün bulunması, anlaşılamayan bir sebebin aranması” durumunu anlatmak için kullanılır.
Örnek: “Polis, bunda bir iş var diyerek olayın üzerine tekrar gitti.“
Bundan iyisi can sağlığı: “Bundan daha iyisi, en iyisi olamaz” anlamında kullanılır.
Örnek: “Bundan iyisi can sağlığı, haydi oturun bakalım sofraya.“
Bu ne perhiz, bu ne lâhana turşusu: Bir ilke benimsediği hâlde, benimsediği bu ilkenin tersine davranışlarda bulunanlar için söylenir.
Burnu bile kanamamak: Tehlikeli bir durumdan yara bere almadan kurtulmak.
Örnek: “On takla atan arabadan, burnu bile kanamadan çıktı, şaşılacak şey doğrusu.“
Burnu büyümek: Kibirlenmek, böbürlenmek, büyüklenmek.
Örnek: “Adam milletvekili seçilir seçilmez bizimle konuşmaz oldu, burnu büyüdü birden.“
Burnu havada (olmak): Kendini çok beğenmiş, kibirli (olmak).
Örnek: “Burnu havada gezenlerden hiç hoşlanmam.“
Burnu Kaf dağında (olmak): Çok fazla kibirli, herkese yukarıdan bakar (olmak).
Örnek: “İyi ki bir araba aldı, burnu Kaf dağında bir adam olup çıktı.“
Burnundan (fitil fitil) gelmek: Hoş bir durum, elde ettiği güzel bir şey, sonra gelen üzüntüler üzerine kendisine zehir olmak.
Örnek: “Yediğimiz yemeği burnumuzdan getirmek mi istiyorsun? Sus artık!“
Burnundan düşen bin parça (olmak): Suratı çok asık (olmak).
Örnek: “Ne olmuş bir cam kırılmışsa, iki gündür burnundan düşen bin parça.“
Burnundan kıl aldırmamak: Oldukça huysuz olmak, kendisine hiç söz söyletmemek, kendisinin eleştirilmesine fırsat tanımamak, en küçük yergiye tahammül göstermemek.
Örnek: “Amma da burnundan kıl aldırmaz bir adammışsın; söylesene, nasıl konuşacağız seninle?“
Burnundan solumak: İşi başından aşkın olduğu için gözü hiçbir şey görmemek, çok öfkelenmiş olmak.
Örnek: “Adam burnundan soluyor, sakın üstüne gitme, yoksa konuştuğuna pişman olursun.“
Burnunu çekmek: 1. Nefesini kullanarak sümüğünü burnunun yukarısına, geri çekmek. 2. Yoksun kalmak, umduğunu bulamamak, istediğini elde edememek, gayesine ulaşamamak.
Örnek: “Müdürün yanına alınmayınca burnunu çekip gitti.“
Burnunun dikine gitmek: Kendisine verilen öğütlere kulak asmayıp kendi bildiği gibi davranmak, istediğini yapmak.
Örnek: “Burnunun dikine gidersen, işte böyle eline yüzüne bulaştırırsın işi.“
Burnunun direği sızlamak: 1. Çok acı duymak (maddî). 2. Çok üzülmek.
Örnek: “Soğuktan burnumun direği sızladı.“
Burnunun ucunu görmemek: 1. İleriyi görememek, meydana geleceği açık olanı görememek. 2. Çok sarhoş olmak. 3. Çok dikkatsiz ve dalgın olmak.
Örnek: “Sen ki burnunun ucunu göremeyen bir adamsın, seninle nasıl iş yapabilirim ben.“
Burnunu sokmak: Üzerine vazife olmadığı, gerekmediği hâlde her işe karışmak.
Örnek: “Sen de her işe burnunu sokmaktan geri durmazsın!“
Burnu sürtülmek: Ilımlı bir yol seçip gururundan vazgeçmek, sıkıntı çektikten sonra daha önce beğenmediği bir durumu kabul etmek.
Örnek: “Onun da burnunun sürtülmesine az kaldı, kısa zamanda dik başlılığı bırakacak.“
Burun buruna gelmek: 1. Ansızın karşılaşmak, karşı karşıya gelmek. 2. Birbirine çok yaklaşmak, birine çok sokulmak.
Örnek: “Kapıdan çıkar çıkmaz öğretmenimle burun buruna geldim.“
Burun kıvırmak: Önem ve değer vermemek, küçümsemek, beğenmemek.
Örnek: “Önüne konan yemeklere burun kıvırıp sofradan kalktı.“
Buyur etmek: Misafiri karşılayarak içeri almak, “buyurun” diyerek saygı ile yer göstermek ya da sofraya çağırmak.
Örnek: “Misafirleri büyük bir şevkle buyur etti.“
Buyurun cenaze namazına: Hiç beklemedik kötü bir durum karşısında şaka yollu üzüntü belirtmek için “ne yazık ki” anlamında kullanılır.
Örnek: “Şunun yaptığına bakın, buyurun cenaze namazına!“
Buz kesilmek: 1. Çok üşümek, donmak. 2. Buz gibi soğumak, buz durumuna gelmek. 3. Endişe, korku ve üzüntü veren bir durum karşısında donakalmak.
Örnek: “Öldürdüğünü sandığı adamı karşısında görünce buz kesildi.“
Buzlar çözülmek: 1. Buzların erimeye ve kırılmaya, su hâline gelmeye başlaması. 2. Kişiler arasındaki dargınlığın, soğukluğun, kırgınlığın ve gerginliğin ortadan kalkmaya başlaması.
Örnek: “İki kardeşin arasındaki buzlar çözülmeye başlayınca aileye neşe geldi.“
Buz tutmak: Üstünde buz meydana gelmek, buzla kaplanmak.
Örnek: “Göl buz tuttu.“
Buz üstüne yazı yazmak: 1. Birine etkisi olmayan sözler söylemek. 2. Etkisi ve süresi çok kısa olan bir iş yapmak.
Örnek: “Evet çocuklar, beni buz üstüne yazı yazan bir adam konumuna getirmeyin!“
Büyük oynamak: 1. Büyük bir tehlikeyi göze alarak bir işe girişmek. 2. Çok fazla para koyarak kumar oynamak.
Örnek: “Büyük oynadım, ya kaybedeceğim, ya da kazanacağım.“
Büyük (söz) söylemek: Başkasının düştüğü kötü duruma düşmeyeceğini söyleyerek övünmek.
Örnek: “Ne demiş atalarımız, büyük lokma ye, büyük söz söyleme.“
Büyük sözüme tövbe!: Bir konuda kesin konuşulduğunda ya da bir başkasının düştüğü kötü dur ama düşmeme iddiasında bulunulduğunda Cenab-ı Allah`tan böyle bir duruma düşürmemesini dileme.
Örnek: “Ne ettim de o sözü söyledim, büyük sözüme tövbe!“
Büyüklük göstermek: Elinde her imkân varken kötülük yapmamak, affetmek, iyi davranmak.
Örnek: “İstese büyüklük göstermeyip onu buraya bir daha sokmazdı, erkek adammış.“
Büyümüş de küçülmüş: Davranışları, konuşması yaşının üstünde olan, büyükler gibi hareketler yapan çocuk.
Örnek: “Aman yarabbim, şunun söylediği sözlere bakın hele, büyümüş de küçülmüş sanki!”