Türk Dil Bayramı Tarihi ve Tarihçesi Hakkında Bilgi
Türk Dil Bayramı hakkında genel bilgi
İstanbul’da Dolmabahçe Sarayında toplanan Birinci Türk Dil Kurultayının açılış günü olan 26 Eylül, Dil Bayramı olarak kutlanmaktadır
Çağdaş Türkiye Cumhuriyeti’nin en önemli kültür kurumlarından biri olan Türk Dil Kurumu 69 yıl önce, 12 Temmuz 1932’de kurulmuştu. Yeni Türkiye Cumhuriyeti’nde dil ve tarih, Atatürk’ün en çok önem verdiği olgulardı. Önce 1931’de Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti kuruldu. Uluslaşmanın en önemli temellerinden bir diğeri de dil idi. Bunun bilincinde olan ulu önder Atatürk, 11 Temmuz 1932 gecesi sofrasında bulunanlara “Dil işlerini düşünmek zamanı gelmiştir. Ne dersiniz?” diye sorar. Oradakilerin bu düşünceye katılması üzerine “Öyle ise Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti gibi bir de ona kardeş bir dil cemiyeti kuralım. Adı Türk Dili Tetkik Cemiyeti olsun.” diyerek Türk Dil Kurumunun temellerini atar. Ertesi gün Samih Rifat, Ruşen Eşref, Celâl Sahir ve Yakup Kadri İçişleri Bakanlığına başvururlar. Sonradan adı Türk Dil Kurumuna çevrilecek olan Türk Dili Tetkik Cemiyeti kurulur.
Cemiyetin kuruluşuyla birlikte başlayan çalışmalar sürerken, Türk Dil Kurultayının hazırlıkları da başlamıştır. Bu coşku ve heyecan içerisinde Türk Dil Kurultayı toplanır. Kurultaya çok sayıda bilim adamı, gazeteci, yazar, devlet adamı ve sanatçı katılır. Atatürk, Kurultayı baştan sona kadar izlemiştir. Türkçenin gelişmesi, özleşmesi, zenginleşmesi yolunda Türk Dil Kurultaylarının çok önemli yeri vardır.
Türk Dil Kurumu, kısaca TDK, Türkçeyi incelemek ve Türkçenin gelişmesi için çalışmak amacıyla 12 Temmuz 1932’de Mustafa Kemal Atatürk tarafından kurulan kurumdur. Türkiye’nin başkenti Ankara’da yer alan kurum, Türk dili üzerine çalışmaların yapılıp yayımlandığı bir merkezdir. Türk Dil Kurumu 1955’ten başlayarak çeşitli dallarda ödüller verdi. Ödüller her yıl 26 Eylül Dil Bayramı’nda Ankara’da yapılan törenle sahiplerine verilir. Ödül verilen dallar farklı yönetmeliklere göre zaman zaman değişir. 1983’te T.C. Başbakanlık Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu bünyesine alındıktan sonra Türk Dil Kurumu ödülleri kaldırıldı.
Kurum “Türk Dili Tetkik Cemiyeti” adı ile 12 Temmuz 1932’de Mustafa Kemal Atatürk’ün talimatıyla, devletten ayrı bir dernek olarak kurulmuştur.[8][9] Kurumun kurucuları, hepsi de milletvekili ve dönemin tanınmış edebiyatçıları olan Samih Rifat Bey, Ruşen Eşref, Celâl Sahir ve Yakup Kadri’dir. Kurumun ilk başkanı Samih Rifat Bey’dir. Türk Dili Tetkik Cemiyeti’nin gereği, “Türk dilinin öz güzelliğini ve varsıllığını ortaya çıkarmak, onu yeryüzü dilleri arasında değerine yaraşır yüksekliğe eriştirmek” olarak belirlenmiştir. Atatürk’ün sağlığında 1932, 1934 ve 1936 yıllarında yapılan üç kurultayda hem kurumun yönetim organları seçilmiş, hem dil siyaseti belirlenmiş, hem de bilimsel bildiriler sunulup tartışılmıştır. 26 Eylül-5 Ekim 1932 tarihleri arasında Dolmabahçe Sarayı’nda yapılan Birinci Türk Dili Kurultayı için yayınlanan bildiride kurultaya yalnız uzmanların, Türkçe edebiyat öğretmenleri ile yazarların değil, halktan da dileyenlerin katılması öngörüldüğü için, yayımlanan bildiride “Kadın erkek her Türk yurttaş Türk Dili Tetkik Cemiyeti üyesidir. Kendini kurultaya çağrılmış saymalıdır” denilmişti. Kurultayın sonunda Kurumun “Lügat-Istılah, Gramer-Sentaks, Derleme, Lenguistik-Filoloji, Etimoloji, Yayın” adları ile altı kol hâlinde çalışmalarını sürdürmesi kabul edilmişti.
Atatürk’ün kendisi de Türk dili üzerindeki yerli ve yabancı araştırmaları inceleyerek, dönemindeki bilginleri Türk dili üzerinde araştırmalar yapmaya yönlendirmiştir. Nitekim Türk dilinin en eski anıtları olan Göktürk yazılı metinlerin ilk iki cildi onun sağlığında yayımlanmış; 1940’larda yayın hayatına çıkabilen Divânu Lügati’t-Türk ve Kutadgu Bilig gibi yapıtlar üzerinde yine onun sağlığında çalışılmaya başlanmıştır. Daha sonra birçok cilt hâlinde ortaya çıkacak olan Tarama ve Derleme Sözlüğü’yle ilgili çalışmalar da Atatürk’ün sağlığında başlamıştır. Tarama Sözlüğü, 13. yüzyılda başlayan Batı Türkçesinin eski eserlerinin taranmasıyla; Derleme Sözlüğü, Anadolu ağızlarında kullanılan kelimelerin derlenmesiyle oluşturulmuş büyük sözlüklerdir. Çağdaş Türkçenin dilbilgisi, sözlüğü, yazımı ve terimleriyle ilgili çalışmalar da Atatürk tarafından ilgiyle izlenmiştir.
Türk Dil Kurumu’nun kuruluşuyla birlikte çağdaş Türkçede Atatürk’ün öncülüğünde özleştirme akımı başlamıştır. Atatürk’ün ölümünden sonra Öz Türkçe akımı Türk aydınları arasında sürekli tartışılan bir konu olmuştur. Türk Dil Kurumu bu akımın öncülüğünü yapmayı 1983’e dek sürdürmüştür.
Atatürk, ölümünden kısa bir süre önce yazdığı vasiyetname ile malvarlığının bir bölümünü Türk Dil Kurumu ile Türk Tarih Kurumu’na bırakmıştır. Fakat Atatürk’ün vasiyetnamesi 1983’te bu kurumlar devletleştirilerek çiğnenmiştir. Türk Dil Kurumu, 1940’ta Bakanlar Kurulu kararıyla “kamu yararına çalışan dernekler” statüsü kazandı. 1951’de Demokrat Parti iktidarının bütçe görüşmeleri sırasında kurumun ödeneğinin kesilmesine karar verildi. Bir başka önemli yapı değişikliği 1982-1983 yıllarında gerçekleştirilmiştir. 1982’de kabul edilen ve şu anda da yürürlükte olan Anayasa ile Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumu, bir Anayasa kuruluşu olan Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu çatısı altına alınarak devletleştirilmiş ve dernek tüzel kişiliklerine son verilmiştir.
Atatürk ve Türk Dili , Prof. Dr. Osman Fikri SERTKAYA
Türk Dil Kurumunun Sayın Başkanı,
Pek değerli hocalarım ve meslektaşlarım,
Değerli konuklar ve sevgili öğrenciler.
Sözlerime Azerbaycan’ın başşehri Bakû’de duyduğum bir atasözü ile başlamak istiyorum. Mazine gülle atsan, istikbal seni topa tutar. Yani “Sen geçmişine kurşun sıkarsan, geleceğin seni topa tutar”. Biz Türkçeye, Türk diline bu açıdan bakmak zorundayız. Konumuz Atatürk ve Türk Dili. Ancak, Atatürk’ün dil ve kültür konularındaki görüşlerini değerlendirmeden bu konuyu anlamak ve anlatmak mümkün değil.
Tarih 29 Ekim 1923. Cumhuriyet ilân edilmiş. Türkiye Cumhuriyeti, yeni ve genç bir devlet. Atatürk cumhuriyetin ilânından dört-beş gün sonra M. Fuat Köprülü’yü çağırarak; “Fuat Bey cumhuriyeti kurduk. Artık cumhuriyeti ve devletimizi ilmî temeller üzerinde yükseltmek zamanı gelmiştir. Lütfen İstanbul Darülfünûnu bünyesinde Türkiyat Enstitüsü’nü kurunuz” direktifini veriyor ve Fuat Köprülü daha Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluţunun üzerinden bir hafta geçmeden İstanbul Darülfünûnunda 10 ay sürecek bir hazırlık çalışmasına başlıyor. Hazırlanan dosya Atatürk’e sunuluyor ve Atatürk tarafından incelenerek son şekli veriliyor. Sonuçta T.C. Bakanlar Kurulu’nun 1111 sayılı kararıyla 12 Kasım 1924’de İstanbul Darülfünûnuna bağlı Türkiyat Enstitüsü kuruluyor. Genç cumhuriyetin dar bütçesinden, Fuat Köprülü’nün emrine Türkiyat Enstitüsündeki dil ve kültür çalışmaları için 200.000 lira da tahsisat ayrılıyor.
Fuat Köprülü, Atatürk’e Enstitünün ambleminin nasıl olması gerektiğini sorduğu zaman aldığı cevap çok dikkate değerdir. “Fuat Bey! Karlı Tanrı dağlarının önünde elinde meş’ale tutan bir bozkurt olsun, bu meşale genç Türkiye Cumhuriyeti’nin ilminin ifadesi olsun. Ergenekon’dan çıkmamızda kılavuz olan Bozkurt Türklüğün Anadolu topraklarındaki yeni devletinin kuruluşunu ifade etsin”. O zamandan bu zamana kadar Türkiyat Enstitüsünün kitapları üzerinde bu amblem korunmuştur.
Ben zaman zaman merhum Celâl Bayar’a ziyaretlerde bulunur ve eskiyle ilgili hatıralarını dinlerdim. Celâl Bayar’dan Atatürk’ün Cumhurbaşkanlığı forsunun içine bir bozkurt resmi yaptığını duydum. Eski Hayat mecmualarında da bu konuda bir yayın hatırlıyorum. Ancak bugün bizim Cumhurbaşkanlığı forsumuzda 16 yıldız var. Bu yıldızlar geçmişin 16 Türk devletini yani kökümüzü ifade ediyor.
Dil ve kültür işlerine birinci derece ilgi gösteren Atatürk, bakıyor ki Türkiyat Enstitüsü İstanbul’da, ama kendisi Ankara’da. Dil ve tarih çalışmalarını Ankara’da kendi gözetim ve denetiminde yapacak ilim kuruluşlarının gereğini duyuyor. Yusuf Akçura ile konuştuğu zaman ‘İşte aradığım adam’ diyor ve 1931 yılında Türk Tarihi Tetkik Cemiyetini Yusuf Akçura’ya kurduruyor.
Değerli konuklar! Bir yanlış anlamayı önlemek isterim. Daha sonraları Türk Tarih Kurumu adını alan Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti Atatürk’ün ‘Ben de tarih işlerinde çalışayım’ arzusuyla kurulmuyor. O zamanlar Afet İnan, Atatürk’e çeşitli kitaplardan batılıların Türk tarihine nasıl baktığını anlatıyor. Atatürk ‘Bizim tarihimiz böyle değil’ diyor. Türk Tarihi Tetkik Cemiyetinin kendi tarihimizi daha doğru ve objektif ölçülerle araştıracağına ve değerlendireceğine inanıyor.
Ben Atatürk’ün okuduğu bazı kitapları inceledim. Atatürk Vilhelm Thomsen’in Inscriptions de l’Orkhon [Orhun Yazıtları] adlı eserini okumuş. Birçok kelimenin altını mavi kalemle, kırmızı kalemle çizmiş, bazı kelimeleri yeniden tercüme etmiş, bazen soru işareti koymuş. Kısacası Atatürk millî pınardan su içmiş, ecdadımız Köl Tigin’in, Bilge Kağan’ın metinlerini orijinalinden okumuţ. Atatürk kökümüzü, geçmişimizi bildiği için batılıların yapmış olduğu yanlış tarih yorumları karşısında Türk Tarih Kurumu’nu kurduruyor.
Bir süre sonra dil işleri ile ilgili bir kuruluşun da gerekli olduğu anlaşılıyor. O zaman da Atatürk, Türk Dili Tetkik Cemiyetini kuralım diyor. Böylece 12 Temmuz 1932 tarihinde daha sonra Türk Dil Kurumu adını alacak olan Türk Dili Tetkik Cemiyeti kuruluyor. Ben size Türk Dili dergisinin Nisan 1933 tarihli 1. sayısını getirdim. Türk Dili Tetkik Cemiyetinin nasıl ve kimler tarafından kurulduğu vb. hepsi burada yazılı. Az önce ise Eylül 2001 tarihli 598. sayımız geldi. Bunlara sonra döneceğim.
***
Şimdi Atatürk’ün Türk dilini değerlendirdiği üç devreden birincisini inceleyelim. Bu ilk devreye ben aşırı özleştirmecilik “Tasfiyecilik” devresi adını veriyorum.
Türk Dili Tetkik Cemiyeti kurulduğu zaman Atatürk’ün önünde yakın geçmişin iki dosyası duruyor. Bir tanesi 1928 yılında yapmış olduğu Yazı Devrimi. Bir tanesi de Kubilay olayı, yani gerici ayaklanması. Dolayısıyla Atatürk yazı devriminin güçlenmesi ve köklenmesi için belirli bir kültür hareketinin olmasını istiyor. Bu belirli kültür hareketi ona söylenilene göre Arap, Fars kelimeleriyle ilgimizi kesmek şeklinde olmalıdır. İşte bundan dolayı 12 Temmuz 1932’den 1934’de 1310 sayfalık Osmanlıcadan Türkçeye Söz Karşılıkları. Tarama Dergisi’nin çıkmasına kadar Türkiye’de Türk Dil Kurumunda bir tasfiyecilik veya öztürkçecilik olayı yaşanmıştır. Bunu görmezden gelemeyiz. Cumhuriyet Türkçesinin içerisindeki Arapça ve Farsça asıllı bütün kelimeler aforoz edilerek yerlerine öztürkçe olduğu söylenen yeni karşılıklar bulunmuş, teklif edilmiştir. Bu yeni karşılıkları nasıl bulacaklardı? Anadolu’dan derleme, yurt dışı sözlüklerinden yani Kazak, Kırgız, Özbek, Türkmen, Uygur, Tatar sözlüklerinden de tarama yaptılar.
Tarama Dergisi’nin ön sözünde “Bir sözün dergide bulunması o sözün dilimize gireceği manasını anlatmaz. Dergideki sözler öz Türkçe karşılık arayanların seçmesine arz edilmiş ham veya az işlenmiş malzeme demektir” denilerek, dergiye, herhangi bir Osmanlıca kelimenin yerine birkaç “öztürkçe” karşılık konulmuştur. Devlet dairelerindeki yazışmaların ve gazetelerin Tarama Dergisi’ndeki karşılıklarla yazılması, üstelik bunda da bir birlik gözetilmemesi bir dil anarşisi doğurmuştur. Çünkü birisi kalem yerine cizgiç derken diğeri kamış, bir başkası kavrı, sızgıç, yağuş, yazgaç, yuvuţ demiş, herkes ancak kendi yazdığını anlamıştır. Nasıl mı?
Bu derleme ve taramaları yaptıkları zaman; kalem kelimesine karşılık buluyorlar. Cizgiç, kamış, kavrı, sızgıç, yağuş, yazgaç, yuvuţ. Tarama Dergisi’ni açıyorsunuz; sayfa 425’te kalem kelimesi karşısında Türk lehçelerinden gelen yedi ayrı kelime. Burada bir olayı daha açıklayalım. Yaşlı yazarlar Lâtin harflerini iyi yazamadıkları için yazılarını Arap harfleriyle yazıyorlar. Dilleri de Osmanlı Türkçesi dediğimiz eski dil. Gençler bu yaşlı yazarların Arap harfleriyle yazdıkları yazılarını önce 1928’de kabul edilen Lâtin harfle- rine çeviriyor. Yani ilk işlem Arap harfli makaleyi Lâtin harflerine çevirmek. İkinci işlem ise o muharririn, o yazarın makalesindeki Arapça kelimeleri çizip, yerine Türkçe karşılıklarını koymak. Ancak Tarama Dergisi’nde bire bir karşılık yok ki. Bu yüzden kalem kelimesi yerine bir yazar cizgiç, birisi kamış, birisi kavrı, birisi sızgıç, birisi yağuç, birisi yazgaç, birisi yuvuţ karşılığını kullanıyor. Bu yüzden de hiçbir kimse diğerinin yazdığını anlamıyor. Herkes ancak kendi yazdığını anlıyor. Türkçe asıllı olmadığı için şey kelimesini bile kullanmak istemeyen aşırılık, dili bir çıkmaza sokuyor. Atatürk’ün en yakını Falih Rıfkı. Atatürk bu konuda Falih Rıfkı Atay’a ‘Çocuk! diyor; Türkçe’nin hiçbir yabancı kelimeye ihtiyacı olmadığını söyleyenlerin iddiasını tecrübe ettik. Bir çıkmaza girmişizdir. Dili bu çıkmazda bırakırlar mı? Bırakmazlar. Biz de bu çıkmazdan kurtarma şerefini başkalarına bırakamayız. İşte Atatürk’ün Cumhuriyet Türkçesinde Arapça, Farsça yahut yabancı asıllı kelimelere karşı yapılan tasfiyecilik hareketindeki kanaati budur. Bunu hepiniz biliyorsunuz.
Bu durumu nasıl düzeltmek lâzım. Atatürk hayatı boyunca girmiş olduğu hiç bir muharebeden ve hiçbir savaştan mağlûbiyet almayan ender komutanlardandır. Onun hayatında hiçbir cephede mağlûbiyet yoktur, dil cephesinde de mağlup mu olacaktır. Hayır. Onda da galip olmak için yol arayacaktır. Onun için yolunu bulmak istiyor. 1934’de başka bir emir veriyor. Ancak bu emrini vermeden önceki mesajını size okumak istiyorum. “Dil Bayramından ötürü Türk Dili Araştırma Kurumu Genel Özeğinden, ulusal kurumlarından, türlü orunlardan birçok kutunbitikler aldım, Gösterilen güzel duygulardan kıvanç duydum. Ben de kamuyu Kutlularım” Gazi Mustafa Kemal.
Atatürk, Tarama Dergisi’ndeki karşılıklarla yazılan ve içerisinde 35 öztürkçe kelime kullanılan ilk nutkunu ise 3 Kasım 1934 tarihinde Çankaya Köşkü’nde İsveç Veliahdı Prens Güstav Adolf (Kral VI. Güstav)’un şerefine verdiği ziyafette şu şekilde okuyordu. Agâh Sırrı Levent’in Türk Dilinde Gelişme ve Sadeleşme Evreleri (Ankara, 1960, s. 424-426) adlı eserinde yayımladığı nutuk metni:
Altes Ruvayâl,
Bu gece ulu konuklarımıza, Türkiye’ye uğur getirdiklerini söylerken, duygum, tükel özgü bir kıvançtır.
Burada kaldığınız uzca sizi sarmaktan hiç durmayacak ılık sevgi, bu yurta, yurdunuz için beslenmiş duyguların bir yankusunu bulacaksınız.
İsveç-Türk uluslarının kazanmış oldukları utkuların silinmez damgalarını tarih taşımaktadır. Süerdemliği, onu, bu iki ulus, ünlü, sanlı özlerinin derinliğinde sonsuz tutmaktadır.
Ancak, daha başka bir alanda da onlar erdemlerini o denlü yaltırıklı yöndemle göstermişlerdir. Bu yolda kazandıkları utkular, gerçekten daha az özence değer değildir.
Avrupa’nın iki bitim ucunda yerlerini berkiten uluslarımız, ataç özlüklerinin tüm ıssıları olarak baysak, önürme, uygunluk kıldacıları olmuş bulunuyorlar; onlar, bu gün, en güzel utkuyu kazanmaya anıklanıyorlar: baysal utkusu.
Altes Ruvayâl,
Yetmiş beşinci doğum yılında oğuz babanız bütün acunda saygılı bir sevginin söyüncü ile çevrelendi. Genlik, baysal içinde erksürmenin gücü işte bundadır.
Ünlü babanız yüksek kralınız Beşinci Güstav’ın gönenci için en ısı dileklerimi sunarken, Altes Ruvayâl Prenses İngrid’in esenliğini; tüzün İsveç ulusunun gönencine, genliğine içiyorum.
***
Atatürk’ün Türk dilini değerlendirdiği üç devreden ikincisini inceleyelim. Bu ikinci devreye ben mutedil özleţtirmecilik “Tereddüt” devresi adını veriyorum.
Bu devre 1934 yılında Tarama Dergisi’nin yayımlanmasından 24 Ağustos 1936 Güneş-dil Teorisi’inin ilânına kadar olan devredir. Bir önceki devrede Arapça ve Farsça asıllı kelimelerin tamamıyla tasfiye edilmek istenmesi bir dil çıkmazı yaratmıştı. Türk Dili Araştırma Kurumu başkanı Saffet Arıkan bu durumu bir parça frenlemek için Atatürk’e bir Kılavuz Komisyonu kurulmasını teklif etmiştir. Atatürk de bu fikri uygun bularak Saffet Arıkan’a bu komisyonun teţkili için yetki vermiţtir.
Osmanlıcadan Türkçeye-Türkçeden Osmanlıcaya Cep Kılavuzları komisyonu, Türk Dili Araştırma Kurumu Umumî Merkez Heyeti’nin verdiği karar üzerine 24 Aralık 1934 tarihinde Ulus gazetesinde çalışmalarına başlamış ve hazırlanan karşılıklar 25 Mart 1935 tarihinde Ulus gazetesinde ilân edilmiţtir.
“Yaymalar” 4 Mayıs 1935 tarihinde tamamlanarak kılavuz çalışmaları 9 Mayıs 1935 tarihinde sona ermiştir. 1935 Haziranında Osmanlıcadan Türkçeye, 26 Eylül 1935 “Dil Bayramı”nda ise Türkçeden Osmanlıcaya cep kılavuzları yayımlanmıştır. Yukarıda adı geçen Kılavuz Komisyonu’nun seçimi Türk Dili Araştırma Kurumu Umumî Merkez Heyeti tarafından 18 Aralık 1934 tarihinde Falih Rıfkı Atay, Fazıl Ahmet Aykaç ve Naim Hazım Onat’a verilmiştir. Falih Rıfkı ise komisyon Başkanı olarak Türk Dili Araştırma Kurumu Merkez Heyeti üyelerini komisyondan hariç tutunca bu üyeler Atatürk’e komisyon üyelerinin Osmanlıca taraftarı olduklarını telkine çalışmışlar. Atatürk de Merkez Heyeti’nin komisyona katılmasını arzu etmişti. Komisyon 12 Ocak 1935 tarihinden itibaren müşterek çalışmaya başlarken, iki grubun münakaşaları da birlikte başlamıştır. Yapılan yüzlerce münakaşadan sonra çıkan cep klavuzlarının bile Tarama Dergisi’nin yarattığı dil anarşisine tesir etmediğini gören Atatürk, artık özleştirmenin de sınırlı olacağını kabul etmiş bulunuyordu. Sabah, millet, devir, kuvvet, kemal, hatıra … gibi kelimeler Ulus gazetesinde yayımlandığı zaman Falih Rıfkı’ya şöyle demiştir: “Memleketimizin en büyük bilginlerini, yazarlarını bir komisyon hâlinde aylarca çalıştırdık. Elde edilen netice şu bir küçük lügatten ibaret. Bu Tarama Dergileri ve Cep Kılavuzları ile bu dil işi yürümez. Falih Bey, biz Osmanlıcadan ve batı dillerinden istifadeye mecburuz.”
Bu devrenin sonunda dördüncü Dil Bayramı dolayısıyla Atatürk’ün kutlama mesajının dilini bir önceki devrenin sonunda yer alan kutlama mesajı ile karşılaştırmak durumu anlamaya yeter. Atatürk Dil Bayramı dolayısıyla şu telgrafı gönderiyor. “Dil Bayramını mesai arkadaşlarınızla birlikte kutladığınızı bildiren telgrafı teşekkürle aldım. Ben de sizi tebrik eder ve Türk Dil Kurumu’na bundan sonraki çalışmalarında da muvaffakiyetler dilerim.” K. Atatürk.
***
Atatürk’ün Türk dilini değerlendirdiği üç devreden üçüncüsünü inceleyelim. Bu üçüncü devreye ben “Güneţ-Dil Teorisi” yani “Özleţtirmeyi red, yaţayan dile dönüţ” devresi adını veriyorum.
Bu devre 24 Ağustos 1936 Güneş-Dil Teosi’nin ilânından 10 Kasım 1938 tarihinde Atatürk’ün vefatına kadar olan devredir. Bu devrenin parolası Atatürk’ün şu sözüdür: Türkçe’de kalacak kelimelerin aslında Türkçe olduğu izah edilmeli.
İşte Atatürk’ün dilciliğinin 3. devresini teşkil eden Güneş-Dil Teorisi’inin dünya yüzünde bulunan bütün dillerdeki kelimelerin Türkçe asıllı olduğunu iddia etmesinin sebebi budur. Atatürk hiçbir zaman yüzde yüz Türkçe konuşulmayacağını anlamıştı. Hiç olmazsa dilde kullanılan yabancı asıllı kelimelerin Türkçe asıllı olduğu ispat edilmeli idi. Böylece dildeki aşırı tasfiyeciliği de durdurabilecekti. Bu yüzden Güneţ-Dil Teorisi’ni ortaya atmıştır.
Güneş-Dil Teorisi Atatürk’ün dil teorisidir. Bu teorinin kaynağı Atatürk tarafından not olarak hazırlanmış olan Etimoloji, Morfoloji ve Fonetik Bakımdan Türk Dili isimli kitabın 7. sayfasında da söylenildiği üzere Dr. Phil. Hermann F. Kvergitsch’in La Psychologie de Quelques Elements des Langues Turques (Türk Dillerindeki Bazı Unsurların Psikolojisi) isimli, Fransızca yazılan 41 sayfalık basılmamış eseridir. Bu tez, yazarı tarafından 1935 yılında Viyana’dan Atatürk’e gönderilmiştir. Teorideki esas fikir bizzat Atatürk tarafından geliştirilmiş ve teori, yeni şekli ile (24 Ağustos 1936 Pazartesi günü toplanan ve 31 Ağustos 1936 Pazartesi gününe kadar süren) 3. dil kurultayında ilân edilmiştir. (Bu kurultayda kurumun adı değiştirilerek Türk Dil Kurumu hâlini almıştır.)
Hermann Kvergitsch’in teorisinin ana fikri “Türk dilinin dünyada esas bir dil olduğu ve dünya dillerindeki birçok kelimenin de Türkçeden türediği” şeklindedir. Atatürk iyi Fransızca biliyor. Bu teoriyi okuduğu zaman ‘tamam’ diyor. ‘aradığımı buldum’. Madem ki Türk dili dünyanın temel dillerinden birisidir, ki gerçek de budur. Dünya dilllerindeki birçok kelime bu teoriye göre Türkçeden çıkmıştır. O hâlde bizim dilimizin içerisinde kullanılan ve yabancı asıllı olduğu iddia edilen kelimeleri atmamıza gerek var mı? Yok. Onlar da dilde kullanılsın’.
Yakup Kadri Karaosmanoğlu Güneş-Dil Terosi hakkında şunları söylemektedir: “Viyana’lı bir dil uzmanı bir tez hazırlamış. Bizim sesli ve sessiz harfler üzerinde durmuş. Her harfe ayrı bir anlam vermiş ve bu tezi o zamanın Matbuat Umum Müdürü olan Vedat Nedim Tör’e göndermiş. Vedat Nedim benim arkadaşımdır. Tezi alıp bana getirdi. Ben de bunun dil ile ilgisi olduğunu görünce Atatürk’e götürdüm. Atatürk tezi okuyunca, “Tamam” demişti, “Aradığımı buldum”. Sonra o uzmanı Ankara’ya, Dil Kurultayı’na çağırdılar.
Güneş-Dil Teorisi’nin özü, Türkçenin eskiliği ve başka dillere kaynaklık ettiğinin bazı ses gelişme ve değişmeleri ile açıklanmasıdır. Bu mahiyette bir görüşü taşıyan Güneş-Dil Teorisi 1932’den 1936’ya kadar dil davasında esas tutulan aşırı tasfiyeciliği ve özleştirmeciliği de bir anda durdurmuştur. O ana kadar yapılan tasfiye ve özleştirme hareketlerinin sonucunu dikkatle müşahede eden Atatürk, bir çıkmaza saplanıldığını görerek, bu gidişin durmasını bizzat arzu etmiştir.
Ben üţenmedim Türk Dili dergisinde, Tan gazetesinde, Cumhuriyet gazetesinde, Ulus gazetesinde o zaman yapılan Güneş-Dil Teorisi açıklamalarını teker teker aradım. Aristotales’in Ali ustadan geldiği benzeri tuhaf açıklamalar gördüm. Sinüs ve kosinüs kelimelerinin Türkçe olduğu anlaşılarak ispat edilmiş. Sümerce, Hititçe, Arapça, Farsça, Lâtince, Fransızca vb. gibi dünya dillerindeki her kelimenin etimolojileri yapılmış. Teori ile bir dönüş yolu açılıyor ama uygulama son derece yanlış. Ve o sıralarda Atatürk hastalanıyor.
Güneş-Dil Teorisi’nin dil davasındaki müspet yönü tasfiyecilik ve özleştirmecilikteki aşırılığı durdurmasıdır. Fakat bu durumun yanında Sümerce, Hititçe, Arapça, Farsça, Lâtince, Fransızca … vb. gibi eski ve yeni dillere ait kelimelerin Türkçe asıllı olduğunun iddia edilmesi, yurt içinde ve dışında tepkiler uyandırdı. Bu yüzden de teorinin manevî değeri ve itibarı sarsıldı.
Bütün bunlara rağmen Güneş-Dil Teorisi hedefine ulaşmıştır. Bu teorinin gayesi, devrindeki tasfiyeciliği durdurmaktı. Bu durum hasıl olmuştur. Fakat bir taraftan da bu teorinin ortaya atılması, bir ilim meselesi olan dil konusuna bilgisiz ve yetkisiz kimselerin karışmasına ve söz sahibi olmasına sebep olmuţtur.
Atatürk, bu üçüncü devrede, konuşma ve yazılarında, yeni kelimelerden kamutay, saylav, ulus, ulusal, siyasa, siyasal, tecim, ajun, genelik … vb. gibileri yerine yaţayan Türkçedeki Millet Meclisi, millet vekili, millet, milli, siyaset, siyasi, ticaret, dünya, refah vb. gibi kelimeleri kullanarak tercihini belirtmiştir. Yani dilde aşırı ırkçı ve tasfiyeci olanların gürünüşünü terk ve reddetmiştir. 1937 yılının Eylülünden sonra da vefatına kadar Güneţ-Dil Teorisi’nden bahsetmemiţtir.
Tasfiyeciliğin ve özleştirmeciliğin kesin olarak red ve terk edildiği bu üçüncü devrenin sonunda Atatürk, dil bayramını şu mesajla kutluyordu. “Dil Bayramı münasebetiyle bana karşı gösterilen temiz duygulardan çok mütehassis oldum, teşekkür eder, verimli çalışmalarınızda sürekli başarılar dilerim.”
Görüyorsunuz ki Atatürk doğru yolu, orta yolu bulmuş, Türkçe kelimeler kullanıyor ama gerekiyorsa orada teţekkür ve münasebet kelimesini kullanmaktan da çekinmiyor. Kısacası 1932-1934 yılları arasında aşırı bir tasfiyecilik ve özleţtiricilik hareketi yapılmıştır. Bunun yanında belirli derleme ve tarama çalışmaları da yapılmıştır. Tasfiyeciliğin ve özleştiriciliğin temel noktasının yanlış olduğu görülerek konu ilmî bir çalışma sistemi içerisine sokulmak istenmiţtir. Ancak iki ţey bize mani olmuţtur. Birincisi Atatürk’ün 1936’dan hemen sonra hastalanmasý ve akabinde vefat etmesi. İkincisi Türkiye Cumhuriyeti’nin o zaman Türk filologlarından yoksun oluşu. R. Rahmeti Arat, Ahmet Caferoğlu, Abdülkadir İnan vb. gibi iki üç tane dil bilgini hocamız var. Onların ve birlikte çalıştıkları kişilerin o zamanki bilgileri de derlenen kelimelerin başka dilden olduğunu anlamaya yetmiyor. Mantı’nın, tayfun’un Çince olduğunu, kent kelimesinin bir Orta Çağ İran dili olan Sogdça olduğunu kimse bilmiyor. Doğu Türk lehçelerinden kelimeleri derliyorlar. Ţehir kelimesini Farsça ţahr kelimesinden geldiği için atıyoruz yerine öztürkçe diyerek baţka bir Farsça kelime olan kent kelimesini getiriyoruz. Baţţehir kelimesi baţkent hâlini alınca öztürkçecilik yaptığımızı zannediyoruz. Dolayısıyla o zamanki eksiğimiz Türk filolojisiyle uğraşan kişilerin olmayışı.
Biliyorsunuz batı tipinde ilk Türk grameri Ana Hatlarile Türk Grameri başlığıyla 1949 yılında hocamız Tahsin Banguoğlu tarafından yazıldı. Ben, size Profesör Tahsin Banguoğlu’nun Türk dili profesörü olmasını anlatayım. Cumhuriyetin dil ve kültür ile ilgili meseleleri konusunda bu devrede yaşayan kişilerle bire bir çok görüştüm. Ayda bir defa Tahsin Banguoğlu hocamızın evine giderdik. Banguoğlu bir gün “Size bir hatıramı anlatayım arkadaşlar” dedi. “Siz göç yolları haritasının nereden geldiğini biliyor musunuz?” diye sordu. “Ben Ankara’da Gazi Terbiye’de genç bir öğretmendim” dedi. Bir gün sirenler çaldı. Ne oluyor diye sorduk. “Atatürk geldi” dediler. Atatürk aşağıdaki sınıflardan birine girmiş. Sınıfta Muhittin Baha Pars adlı tarih hocası ders yapıyor… Öğrenciler Atatürk’ü görünce eski yazı kitapları saklamışlar. Atatürk arkada bir sıraya oturmuş, “Ne yapıyordunuz Muallim Bey?” diye sormuş. Muallim: “Paşam Orta Asya’da Türkleri inceliyorduk” demiţ. Herkes biliyor ya Atatürk Orta Asya ile ilgileniyor. Atatürk: “Muallim Bey derse devam edin” demiţ. Muallim Bey diyor ki: “Türkler Orta Asya’da yaţayan göçebe bir kavimdir”. Atatürk “dur” demiţ “Muallim Bey, ifadenizi tashih ediniz”. Muallim Bey neyi tashih etsin. Kitap bu cümleyle baţlýyor. Kem küm etmiş. Bunun üzerine Atatürk tahtaya gelmiş duvarda asılı olan Orta Asya haritasında Gobi çölünü kırmızı bir tebeşirle daire içine almış. “Çok eskiden burada bir iç deniz vardı ve Türkler bunun etrafında müreffeh bir şekilde yaşarlardı. Ancak bu iç deniz kuruyup çölleşince Türkler göçtüler. Bir ok Bering Boğazı’ndan Amerika’ya, bir ok Kore’ye, bir ok Japonya’ya, Hindî Çini’ne, Hindistan’a, İran coğrafyasına, Arap coğrafyasına, Anadolu’ya. İşte Emin Oktay’ın tarih kitabında okuduğumuz göç yolları haritasının aslı bu.” Hemen haritayı büküp, Atatürk’ün el yazısı var diye hatıra olarak kaldırmışlar. Belki hâlen daha saklıyorlar.”
İkinci saat Tahsin Banguoğlu’nun edebiyat dersi. Atatürk sınıfa girmiş, geçmiş arkaya oturmuş. Maiyetindekiler de kenarda sıralanmışlar. Atatürk: “Muallim Bey derse devam ediniz” demiş. Banguoğlu, “Ben Tevfik Fikret’in Sis şiirini inceliyordum” diyor. Sis’te Osmanlı İmparatorluğu’nun nasıl çöktüğünü, yeni bir devletin nasıl kurulması gerektiğinin yorumunu yaptım. Hiç ses çıkarmadan dinledi ve gitti kapıda bekledi, diyor. Ben de önümü ilikle- yerek yanına gittim. Atatürk: “Muallim Bey size bir soru sormak istiyorum.
Tek başıma kalsam, şâh-ı devrâna kul olmam.
Vîrân olası hânede, evlâd u ‘ıyâl var.
Beytini akşam sofrada konuştuk. Namık Kemal’e ait diyorlar. Doğru mu? Banguoğlu: “Hayır efendim” demiş. “Bu Dertli adlı bir halk şairinindir.” Atatürk maiyetine dönerek: “Ben size demedim mi? Namık Kemal ihtilâlci adamdır, devrimci adamdır. Böyle kadına, çocuğa bağlanacak adam mı?” demiş. Atatürk sormuş: “Muallim Bey! Siz bu Dertli’nin ve diğerlerinin şiirlerini nereden buluyorsunuz?”. Banguoğlu cevap vermiş: Efendim, onlar cönk denilen üstten açılan kitaplarda yazılır”. Atatürk Banguoğlu’na dönerek “Muallim Bey lütfen o cönkleri okuyunuz ve Türk çocuklarına güzel şiirleri öğretiniz” buyurmuş. Banguoğlu diyor ki: Yıldızım o akşam parladı. Atatürk sofrada demiş ki: Bugün Gazi Terbiye’ye gittim. Bir tarih hocası içimi kararttı ama bir edebiyat hocası beni mutlu etti. Bu edebiyat hocasının elinden tutunuz. Emir telâkki etmişler. Banguoğlu hocamızı yurt dışına Türk dili incelemesi yapsın diye göndermişler. Böylece Saadet Çağatay, Tahsin Banguoğlu, Ahmet Temir, Hasan Eren gibi hocalarımız yetişerek Türk filolojisi konusundaki eksiklerimizi ikmal etme durumuna gelmişiz.
Şimdi bakın. Atatürk Türk tarihinin içerisinde, Türk dilinin içerisinde. Bütün varlığını bu gibi kültür konularına vermiş, ayrıca vasiyeti ile de para desteği sağlamış. “Ben her şeyimi milletimden aldım. Tekrar milletime iade ediyorum. Ne kadar param varsa Türk Tarih Kurumu ile Türk Dil Kurumuna bırakıyorum” demiş. Bundan başka bu kurumlara ne yapabilirdi? Ama 1938’den sonra olanlar? Bu Atatürk’ün çizmiş olduğu yoldan sapmadır. Çünkü bir kelimeyi gelip buraya yazdırdığınız zaman beş lira para alıyorsunuz. Tasfiyecilik kesilmeyerek devam etmiţ.
Atatürk’ün çizdiği yoldan nasıl ayrılındı? Atatürk ‘Göktürklerden kalan anıt ve yazıtlar yayınlansın’ buyurmuş. Hüseyin Namık Orkun, Köl Tigin, Bilge Kağan, Tonyukuk ve diğer büyük yazıtları ihtiva eden birinci cildi Eski Türk Yazıtları başlığıyla 1936’da Türk Dil Kurumu yayınlarından çıkarmış. Sonra eser üç cilt daha yayımlanarak 1000 sayfalık bir külliyat hâlini almış. Atatürk ‘Eski Uygur belgeleri yayınlansın’ buyurmuş. Kalyanamkara ve Papamkara, Çaţtani Bey Hikayesi, Uygurca Üç Hikaye vb. gibi batıda ne yayımlandı ise tercüme edilmeye başlanmış. Atatürk ‘Eski sözlüklerimiz yayımlansın’ buyurmuş. Besim Atalay Bey Divanü lügati’t-Türk’ü çevirmeye başlamış, ‘Kutadgu Bilig incelensin’ buyurmuş. Reşit Rahmeti Arat metni hazırlamış, Kutadgu Bilig yayımlanmış. O zamanlar bununla da kalmamışlar. Bize en uzak Türkler kimler, Yakutlar, Çuvaşlar. Atatürk ‘Otto Böhtlingk’in Yakut Dili Sözlüğü’nü çevirin’ buyurmuş.. Ahmet Caferoğlu 18 ayda sözlüğün bir kısmını çevirmiş. Atatürk ‘Çuvaş Sözlüğü’nü çevirin’ buyurmuş. Atatürk Türk dünyasını bir bütün olarak almış. Çuvaş Sözlüğü, Kırgız Sözlüğü o zamanlar çevrilmiţ. Onun çizmiţ olduđu bu yol nereden geliyor?
Arkadaşlar! Atatürk’ün bir konuşmasını hiç unutmayalım. Bir gün yapmış olduğu şu konuşma, bu sıralarda çok söyleniyor: “Arkadaţlar Sovyetler Birliđi bizim dostumuzdur, komţumuzdur. Ama onun içerisinde mazlum birçok millet vardýr. Bu milletlerin bazıları da Türk halklarıdır. Sovyetler Birliği günün birinde çökecektir. Oradaki Türk halklarının bazıları da bağımsızlıklarına kavuşacaklardır. Biz onlar bağımsızlığına kavuşacaklar diye, o günü beklemeyelim. Hazırlıklarımızı şimdiden yapalım. Ve o kardeşlerimize yardım edelim.” Bunu 1930’lu yılların ortalarında söyleyen Atatürk, bu yüzden Yakut Sözlüğü’nü, Çuvaş Sözlüğü’nü, Eski Türk Yazıtları’nı Türklüğün temel belgelerini, Anadolu Türkçesi’nin dışında olan belgelerin de yayımlanmasını, işlenmesini istemiş. İşte Banguoğlu hocamız diyor ki, Atatürk’ün vefatından sonra onun yolundan yavaş yavaş sapıldı. Tercümeler durdu, telifler durdu, sözlüklerin ikinci ve üçüncü cildi durdu ve yavaş yavaş da bunları yapanlar Türk Dil Kurumundan tasfiye edildi.
Karşımıza 1950’li yıllar geliyor. 1950 ve 1960 arasında Türk Dil Kurumunda ciddî ve tutarlı çalışmalar yapıldı. Bunu inkâr etmek mümkün değil. Ben bu kurumun tarihini çok iyi bilen bir iki kişiden birisiyim. Birisi de Hasan Eren hocamız. Ben 1932’den beri buradaki bütün zabıtları tek tek çıkardım ve yukarıdaki odamda okudum. Ne olmuş, nasıl gelişmiş? Çok güzel çalışmalar yapılmış. Ama 1960’la 1980 arasında, burada iyi çalışmalar olduğunu söylemek mümkün değil. Bir defa 1960’la 1980 arasında her 4-5 yılda bir Türk imlâsına müdahale edilmiş. Her 4-5 yılda bir imlâyı değiştirmişler. İkincisi kelime kadromuza müdahale etmişler. Ben şimdi size rakamları vereyim. Ahmet Vefik Paşa gibi bir Türkçü kendi sözlüğüne Lehçe-i Osmânî ismini verirken 1900 yılında Şemseddin Sâmî Kamus-ı Türkî adını vermiştir. Şemseddin Sâmî’nin Kamus-ı Türkî’sinde 26.000 kadar kelime kökü vardır. 1980’de Türk Dil Kurumunun yayımladığı Türkçe Sözlük’ün yedinci basımında da 26.000 kelime vardır. Peki değerli konuklar! 80 yıldan beri bu dile hiç kelime girmedi mi de bir tane bile kelime artmadı. Türkçeyi yüzde 80 Türkçeleştirdik diye övünen kişiler aslında dili yüzde 80 fakirleştirmişlerdir. Kullanılan kelimeleri bu Arapça, bu Farsça, bu Fransızca, bu İngilizce, bu Grekçe diyerek dilde kullanılan kelimeleri atmışlar. Bin yıldan beri kullandığın kelimeler gitmiş yerine halkın bilmediği anlamadığı uydurmaları gelmiş. Bakın arkadaşlar, ben Cumhuriyet çocuğuyum, ben üniversitede yıllarca Osmanlı Türkçesi okuttum, bütün Türk yazılarını okurum. Ama benim kafamı kesseniz, ben artık müselles demem. Benim dilimde üçgen var.
Dolayısıyla sözlüklerde eski kelimeler olacak, olmayacak değil. Kelime tasfiyesi olur mu? Sözlükler dil öğrenme kitabı mıdır? Sözlükler bir dilin hazinesidir. Siz hazineyi boşaltıyorsunuz. Sözlükler başvuru kitaplarıdır. Bilmediğiniz kelimelere bakarsınız. Bakın Sayın Bakanımın annesi (Devlet Bakanı Sayın Yılmaz Karakoyunlu’nun öğretmen olan annesi) oğlu kendisine bilmediği bir kelimenin anlamını sorunca ‘Sözlüğe bak oğlum’ diyormuş. Siz sözlüğün hacmini küçültürseniz, azaltırsanız, kelime kadrosunu dışlarsanız Türk halkı nasıl düşünecek?
Başka bir örnek vereyim. 1979 yılında Mustafayev ve Şerbinin Türkçe-Rusça Sözlük yayımladılar. Kelime kadrosu kaç biliyor musunuz: 47.300. Yani Türkiye’de yayımlanan Türkçe Sözlük 26.000 kelime, Rusya’da yayımlanan Türkçe Sözlük 47.300 kelime. Hazırlayanlar diyorlar ki: Tanzimat Fermanı’ndan 27 Mayıs 1960’a kadarki Türkçe kelimeleri ihtiva eden belli başlı kitapları fişledik. Bu sözlüğün içerisinde bu devrede geçen bütün kelimeler vardır.
Ben Tercüman gazetesinin Yaţayan Türkçemiz sütununda ağır tenkitlerde bulundum. Gönül kelimesi için Mustafayev’de 45 örnek var. Türkçe Sözlük’te ise 3 örnek var. Sonunda Türk devleti dedi ki: Buyur gel, otur, çalış!
Son 20 yılda olanı size söyleyeyim. Türkçe Sözlük’te 75.000 kadar madde başı ve o maddelerin içindekileri de, eğer tek tek madde sayarsanız, 200.000 örnek var. Açın gönül maddesine bakın, 7. baskıda 3 örnek, 8. baskıda 75 örnek var. Deyimler, atasözleri hepsi Türkçe Sözlük’e girmiş. Yani benim buradaki genç arkadaşlarım bir yazarın bir cümlesinde bir kelimeyi bulamı- yorsa; açıp oradan bakacak. Bir sözlükte eski kelimenin bulunması o milletin aleyhine midir, lehine midir? İngilizlerin övündükleri Webster’lerinden yabancı kelimeleri atın, İngilizce kaç kelime kalır? Niçin onların kelimeleri 300.000-400.000 gibi de, bizim kendi dilimizin kelime hazinesi küçük? Bu soruyu kendimize sorarak cevabını çok düşünmek gerekiyor.
Dolayısıyla tasfiyecilik hiçbir zaman doğru bir yol değildir. Bundan vazgeçilmeli. 1950-60, 1960-80 arasındaki iki durumu arz ettim. İmlâya ve kelime kadrosuna müdahaleyi. Üçüncüsü daha mühimdir. Bu ideolojik yapılanmadır. Bu kurumun içerisinde mesleği dil olamayan, mesleği edebiyat olmayan, 1932’den beri seçilen parti başkanları, parti üyeleri, Anayasa Mahkemesi üyeleri 622 kişi. Yani mesleği dil ve edebiyat olmayan yüzlerce kişi. Onların kendilerinin hatıralarından öğreniyorduk ki; bazıları Leninci, bazıları Maocu, bazıları Arnavutçu, bazıları Çinci, bazıları Nurcu. Bunu kendileri yazıyordu, dehşete düşüyorduk. Atatürk’ün Dil Kurumunun içerisinde böyle bir gruplaşma nasıl olur? Şimdi burada, bu salonda beni dinleyen benim çok muhterem büyüklerim var. Mehmet Önder üstadım var. Eski üyedir. Ankara’yı çok iyi bilir. Benim bu dediklerimi onlar canlı yaşadılar. Ama devlet buna bir yerde müdahale edecekti. Bana göre Millî Güvenlik Konseyi’nin Türk Dil Kurumunu Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 134. maddesinin himayesine alması ve 2876 numaralı kanunla Türk Dil Kurumu ile Türk Tarih Kurumunun ilmî ölçüler içerisine alınması, onların ülkemiz için yapmış oldukları en hayırlı iştir. Aksi takdirde ne olacaktı? Sayın Bakan Yılmaz Karakoyunlu musikî kültürü olan bir insandır. Türk kültürüne âşık olan bir insandır. İyi de ud çalar. Akşam udunu eline alacak, akort edecek ve bir şarkı geçecekti.
Bir olasılık daha var. O da ölmek mi dersin.
Söyle tinim ne dersin?.
Kavuşgung başka acun, sen bir yaşama karşılıksın.
Şarkıyı böyle söyleyecekti arkadaşlar. İş buna gidiyordu. Yani ‘Vuslatın başka âlem, sen bir ömre bedelsin’i; ‘kavuşgun başka acun, sen bir yaşama karşılıksın’ diye çevirirseniz bu Türkçe mi olur?
Biz dilciler, bizim mesleğimiz olduğu için Türk cemiyetinin hangi uçurumun kenarından döndüğünü gördük. Ben size bir şey daha söyleyeyim. Bu gibi kelimeler dışarıda hazırlanıp geliyor. Benim elimde delilleri var. Türkçe’deki Yeni Kelimeler Sözlüğü. Moskova’da hazırlanıyor. Kardeşim sana ne?
Orada hazırlanıyor buraya geliyor. Bizlere tamim ediliyor. Ţu eski kelimeleri kullanmayın, şu yenilerini kullanın. Şimdi bunların üzerinde pek fazla durmayayım. Artık biz imlâ meselesinde belirli bir yola geldik. Artık Türkiye’de imlâ oturdu. Her beş yılda bir imlâda devrim yapılmıyor. Sözlük meselesinde de doğru yolu bulduk. Atalarımızın kullandığı kelimeler sözlüklerimizde olacaktır. Ama Türk Dil Kurumunun ölçüsü Türkçesini kullan olmalıdır. Biz Türkçe kullanıyoruz. Te’sir demiyoruz etki diyoruz. Kısacası sözlükler başvuru kitaplarıdır.
Sayın Başkan açış konuşmasında vurguladı. İşi gayet iyi takip ediyor. Türkçe Sözlük’ün önümüzdeki yeni baskılarında yeni derlemelerle 150.000, 200.000 madde başı, 300.000 madde başı olan bir sözlüğümüz olsuna gideceğiz.
Dergilerimize gelince Sayın Baţkan söyledi. 1933’ten Atatürk ölene kadar Türk Dili’nin 33 sayısı çıktı. 1951’de Türk Dili şeklinde ayrılana kadar 20 sayı bir çıktı, 15 sayı bir çıktı. 1951’den 2000 yılına kadar da 598 sayı çıktı. Türk Dili Araştırmaları Yıllığı 1953’de başladı. 1983’e kadar 30 cilt çıktı. 1983’ten 2000’e kadar önce yayın kurulu üyesi, sonra Belleten’in Yazı Kurulu Başkanı olarak, daha önce kuranların kurma gayelerinden sapmadan, yani Agâh Sırrı Levend’in, Ömer Asım Aksoy’un kurma sebepleri ne ise onu aynen devam ettirerek bugüne getirdim. Türk dünyası ile 1990’dan sonra Atatürk’ün emri gereğince yakından ilgilenmemiz gerekiyordu. Bunun için değerli bir meslektaşımızı Prof. Dr. Fikret Türkmen’i görevlendirdik. İşte o da Türk Dünyası Edebiyat Dergisi’ni bugün 12 sayıya yükseltti. Üç periyodiğimiz var. 1983-2000’in hesabını biz size veriyoruz.
Değerli konuklar! Biz Atatürk’ün vasiyetine geri döndük. Yakut Sözlüğü’nü çıkartıyorduk, Yakutça Grameri yayımladık. Altay Dili Sözlüğü’nü yayımladık, Çuvaş Sözlüğü’nü, Kırgız Sözlüğü’nü yeniden yayımladık. Önümüzdeki yıl 6 ciltlik Uygur Sözlüğü’nü yayımlayacağız. Biz Emir Necib’in tek cilt olan Uygur Sözlüğü’nü yayımlamıştık. Artık Türkiye dışındaki soydaşlarımız, Azerbaycan, Türkmenistan, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan müstakil devletlere sahip soydaşlarımız, ama Tataristan, Uygu- ristan gibi büyük grup olup Rusya’nın ve Çin’in hâkimiyeti altında olan başka soydaşlarımız da var. Bunların diline, kültürüne, edebiyatına, kelime kadrosuna aşina olacağız. Biz Azerbaycan’dan merhale karşılığında aţama’yı aldık. Artık onlar da nazır yerine bakan diyorlar. Yani biz onlardan etkileni- yoruz, onlar bizden etkileniyor. Bu şekilde kelime alışverişi yaparak Türkçemizi zenginleştirmek ve dışarıdaki soydaşlarımızla bütünleşmek emelimiz vardır. Bütünleşmeyi coğrafî sınırların kaldırılması olarak hiçbir zaman düşünmeyin. Köklerimiz bizi birbirimize bağlıyor. Kültür olarak birleşmemiz gerekir. Aynı dilin değişik lehçelerini kullanıyoruz, aynı kelime kadrosunu kullanıyoruz, aynı dine inanıyoruz, örfümüz, âdetimiz, kültürümüz bir, yani birbirimizle paylaşacak çok şeyimiz var. Dolayısıyla biz yayınlarımızı Türkiye dışı soydaşlarımızın sahaları ile ilgili olarak genelleştirdik, ama bu hiçbir zaman kendi ana dilimiz olan Türkiye Türkçesini ihmâl ettiğimiz anlamına gelmemeli. Biz bugün
Türk diline kimsene bakmaz idi
Türklere hergiz gönül akmaz idi
diyen Âşık Paşa’nın Garib-nâme adlı eserini de Âşık Paşa’ya yakışır torunlar şeklinde renkli olarak eski yazısıyla, yeni yazısıyla tercümesiyle, üniversitelerde ders kitabı olacak bir şekilde, yayımladık. Kendi sahamızı asla gözden kaçırmıyoruz. Türkiye Türkçesi konusundaki çalışmalarımız derleme, tarama, telif, inceleme olarak devam ediyor, ama Türk dünyasını da kucaklıyoruz.
Sayın Başkan, Bakanlarımız Millet Meclisi’ndeki Anayasa Görüşmelerine gidecekler diye konuşmasını kısa kesti. Onun söylemediği bir iki şeyi söylemek istiyorum.
Bugün için bizim, Türk Dil Kurumu olarak, güncel olayların gerisinde kaldığımız anlaşılıyor. Yani olayların akışı bizim önümüze geçiyor. Güncel bir-iki konu söyleyeyim size, Euro karşılığında Avro mu diyeceğiz?, Öyro mu diyeceğiz?, Yüro mu diyeceğiz? Şimdi bunun gerisinde kalıyoruz veyahut daha güncel bir şey söyleyeyim, doğrusu olan Tâlibân mı diyeceğiz, yoksa merhum Adnan Ötüken’in diliyle söyleyeyim, dilini eşek arısı sokasıca spikerin dediği gibi Taliban mı diyeceğiz? Doğru şekil olan Pâkistân mı diyeceğiz , yoksa çok tanınmış 32. Gün yapımcısının söylediği gibi Pakistan mı diyeceğiz.
İşte bu gibi güncel konular için Sayın Başkan Şükrü Halûk Akalın çok güzel bir basın bürosu kurdu. Başında da Türk basınının değerli bir temsilcisi var. Artık Türk Dil Kurumu olayları günlük yakalıyor ve günlük basın duyuruları ile halkı, aydınlarımızı aydınlatıyor. Bu da bizim bu sıralarda yapmış olduğumuz bir yenilik. Bunun acısını biz çok çektik. Müslüman bir ülkenin başkanı olan Ahmed Ţükrânî, Fransızca imlâsıyla Türkiye’de yıllarca Sukarno diye anılmadı mı? Sukaruno mu diyorsunuz? Adam hangi ülkeden geldi bilmiyorsunuz. Eski yazıyla okuyorsunuz ki adamın soy ismi Şükrânî imiş. O da bizden birisi. Yemenli meşhur petrol bakanının adını yıllarca Yâmânî diye uzun â’larla söylemediler mi? Türkçesi olan Yemenî yani ‘Yemenli’ telâffuzunu hangi spiker yapmıştır?
Yani günlük olaylara müdahale etmek durumuna gelmiţizdir. Ben vaktinizi pek fazla almak istemiyorum. Yeteri kadar da aldýğımın kanaatindeyim. Bugün Türk dilinin emin ellerde olduğunu size açıklıkla söyleyebilirim. Niye emin ellerde? Çünkü biz gücümüzü Atatürk’ün bize direktifinden alıyoruz. Atatürk’ün direktifi burada, kürsüde arkamda asılı duruyor.
Millî his ile dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir. Dilin millî ve zengin olması millî hissin inkişafında başlıca müessirdir. Türk dili, dillerin en zenginlerindendir; yeter ki bu dil, ţuurla iţlensin.
Ülkesini, yüksek istiklâlini korumasını bilen Türk milleti, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır.
Gazi M. Kemal (2.IX.1930)
Atatürk bu dili şuurla işleyin diyor. Bu levha yarın buradan kalkacak, ama sözler Türk Dil Kurumunun girişinde duruyor. Kitaplarımızın üstünde duruyor. Dolayısıyla ben Türk Dil Kurumunun dil konusunda son 15-20 yıldır doğruyu bulduğu inancındayım. Çalışmalarımız devam edecektir. Yüksek Kurum Başkanının dediği gibi başka sesler de olacaktır. Tenkit de edileceğiz. Haklı iseler biz düzelteceğiz, haksız iseler doğru bildiğimiz yolda yürüyeceğiz. Demokrasilerde başka kişilerin görüşlerini dinlemek de bir fazilettir.
Sözlerime son verirken hepinizin Dil Bayramını kutluyor, saygılar ve sevgiler sunuyorum.